Uluslararası İlişkiler Bölümü / Department of International Relations
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11413/6794
Browse
Browsing Uluslararası İlişkiler Bölümü / Department of International Relations by Rights "Attribution-NonCommercial-NoDerivs 3.0 United States"
Now showing 1 - 20 of 20
- Results Per Page
- Sort Options
Publication 21. Yüzyılın dönüşen dünyasında tarihçilik ve tarih yazımı(2019-11) PAPUÇÇULAR, HAZAL; 180376Otoriterleşme, popülizm, aşırı sağ ve yükselen milliyetçilikler dünya siyasetinde gerçekleşen dönüşümler sonucunda bugün sosyal bilimcilerin en sık tartıştığı meseleler hâline gelmiştir. Öyle ki, sosyal bilimcilerin birçoğu dünya siyasetinin, iktisadının, toplumlarının ve dolayısıyla bunları da inceleyen bilimlerin yeni bir paradigmanın eşiğinde olduğu konusunda hem fikir görünmektedir. Bu yeni paradigmaya göre, 1990’ların sıkça tartışılan globalleşme ve demokratikleşme fikri yolun sonuna gelmiş ve dünya bir nevi 1930’ları andırır şekilde sağın ve milliyetçiliğin yükselişini, otoriter rejimlerin geri dönüşünü deneyimlemektedir. Buradan hareketle bu makale böylesi bir dönemde ortaya çıkan yeni tarih yazımı akımlarını analiz etmektedir. Bu bakımdan, bu çalışma küresel düzen ve tarih yazımı arasındaki bir tezadı ortaya koymayı hedeflemektedir. Zira son on yıllık dönemde tarih yazımı, dünyaya damgasını vurmakta olan ideolojilerin aksine, parçalanmadan ziyade 1990’laıda dahi görülmeyen bir globalleşme ve tarihte incelenen özneler düşünüldüğünde de demokratikleşme trendi göstermektedir. Örneğin, uluslararası tarih (international history) ismi yerini giderek küresel tarihe (global history) ve ulus-ötesi tarihe (transnational history) bırakmaya başlamıştır. Artık bir devletin, bir toplumun ya da devletler arasındaki ilişkilerin ortaya konmasından ziyade tarihçiler giderek daha geniş kavramlarla ve sınır içermeyen meseleler ile uğraşmaya başlamıştır: çevre tarihi (environmental history), nöro-tarih (neuro-history), şeylerin tarihi (history o f the things), insan-ötesi tarih (post-human history) bunlardan sadece birkaçını oluşturmaktadır. Üstelik küresel ölçekte tarih yazımı değişirken aynı zamanda metodolojisi de son yıllarda ortaya çıkan dijital dönüşüm ile değişmektedir. Dijital tarih (digital history) hatırı sayılır bir biçimde desteklenmektedir. Kısacası tarih yazımı, dönüşen 21. yüzyılın bugün çokça konuşulan siyasi niteliğinin aksine bir rotada ilerler görünmektedir. Tabii, tüm bu gelişmelerin yanında, gerçek sonrası dönem olarak adlandırılan bu dönemin tarih yazımına ne derece etki ettiği ya da edeceği de bir başka soru işaretidir. Tüm bu dinamiklerden hareketle bu çalışma, tarih yazımı literatüründeki dönüşümleri ve yeni tartışmaları ortaya koymayı hedeflemektedir.Publication Askeri Darbeden Milenyuma: Türkiye’de Popüler Kültür Tarihi(2018-12-07) Aydın, Ali MuratPopüler kültür, 1990 sonrası Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte kapitalist zaferin yeni yaşam tarzının bir ifadesi olarak zihinlere yansımıştır. Kültürel ana temanın tüketmek, başarının zenginlikle ölçülebildiği yeni bir dönemdir insanlık tarihinde... İdeolojik güdülenmenin yerini sahip olmanın dayanılmaz ağırlığının yaşandığı 20. Yyın sonu ve 21. Yyın başı olan yeniçağ, pop-kültiirün, tek arzunun yani tüketmenin çağıdır artık... Her gün mesai saati gerekçesiyle sabahın 6’sında kalkıldığı, şehrin keşmekeşinden bin bir güçlükle nerdeyse 12 saate varan, mesai ücretsiz ağır iş koşullarının yaşanmış olduğu yeni kapitalist düzende renkli dünyalar, kişinin kendisini yeniden üretmesinin tek çıkar yolu olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüketim toplumunun pratiğinin bir diğer ifadesi de gösteri toplumu olmuştur. Gösteri metası, tamamen normal ve sıradan şeyleri-bir araba, ayakkabı, sosyoloji doktorası-olağanüstü eşyalar gibi, üstün ve belki de elitist bir varoluşun anahtarı gibi sunmuştur. Başarılı olmanın tek algısı Debord’un belirttiği şekilde gösteri metasına indirgenmiştir. Yani paraya... Seçkinliği birkaç saatliğine tatmak, aldığı (güvencesiz) ücreti harcayarak konformizmin içerisinde kişilik bulduğunu düşünen beyaz yakalı için aşırılık çağı sona ermiştir artık. Üretim araçları içerisinde kendisini metalaştıran emekçi yığını için tüketim sistemin hegamonik yapısını kabulleniş biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüketim toplumunun içerisine kavuşmak, -pop- olanı tüketmek bireyin tecrit koşullarını, kolektif olandan uzaklaşmasını pekiştirmektedir. Kişi edilgen kalıp başkalarının yaşam imajlarını izleyip tükettikçe kendi varoluşunu ve kendi arzularını o kadar az anlar. Bir yüzyıl öncesinin komple olan bireyi artık uzmanlaşmıştır. Uzmanlaşan birey kendi seçkinliğine ulaşmak adına toplumun geri kalanını kendisinden uzaklaştırır. Seçkinliğin ana bekçisi ise bu uzaklaştırmanın ta kendisidir. Günümüzde, Türkiye’nin alt ve üst kültürel değerlerinde birbirine karşıymış gibi görünen kutupsal değerlere sahip gruplaşmalar tespit edilmektedir. Her kültür grubuna ait bir semt, tercih edilen mekân ve tüketim malzemeleri mevcuttur. Bu ayrışmanın nedenlerinin, dinamiklerinin tespiti bir yana; aslında her ne kadar farklı gibi görünse de Türkiye’de seçkincilik, süreklilik gösteren bir nitelik arz etmektedir. Yukarıda bahsedilen kültürel anlamdaki kutuplaşmanın kaynaklarını, 12 Eylül 1980 sonrası dönemde Turgut Özal iktidarıyla başlayan Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisine eklemlenme sürecinde aramak mümkün müdür? Bu çalışma,, popüler kültürün Türkiye’de tarihsel olarak nasıl geliştiğini(kapitalistleşme sürecine paralel olarak), daha sonra da bu gelişimin aktörlerini, Türkiye’nin sosyo-ekonomik dönüşümünde oynadıkları rolleri içerik analizi yöntemiyle açıklamaya çalışacaktır. Çalışmanın çıkış noktası ve gelişimi, Rıfat Bali’nin “Tarz-ı Hayat’tan Life Style’a Yeni Seçkinler, Yeni Mekânlar, Yeni Yaşamlar” adlı eserine dayandırılmıştır. Çalışma beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Türkiye’nin 80’li yıllardan itibaren piyasa ekonomisine geçişi konu edilir. İkinci bölümde serbest piyasa sisteminin temel aktörlerinin Türkiye’de göstermiş olduğu gelişim; üçüncü bölümde bu aktörlerin oluşturmuş olduğu neo- elitlerin temel görüşleri açıklanmıştır. Dördüncü bölümde siyasal İslam’ın yükselişi karşısında elitlerin takınmış olduğu durum aktarılmıştır. Son bölümde ise organik aydınların basında nasıl zemin edindikleri belirtilmiştir. 12 Eylül 1980 darbesi soması serbest piyasa ekonomisi ile tanışan Türkiye toplumu batılı anlamda tüketmeyi öğrendi. 80 öncesi tasarruf yapan ve yerli malı kullanmaya hükümetlerce, sendikalarca, sivil toplum kuruluşu ve aydın olarak nitelendirilen entelektüelleriyle Türkiye toplumu 80 soması hayattan zevk alan ve tüketim ile kendisini yeniden üreten bir imaja büründü. 80 darbesinin politik ortamında gençler siyasetten uzak durdular. Apolitik bir toplumsal alt zemin içerisinde gençler seçkin elitlerin arasına katılmak için ya özel sektörü ya da siyaset arenasını kullandılar.Publication Changing trends in europeanization: Turkey’s alignment on transport(2019) ERTÜRK, AHMET CEMALThe current stalemate between the EU and Turkey directly affects much policy implementation, ranging from democracy to the economy. In terms of escaping from this crisis, the current proposed solutions seem to be only effective in a handful of areas. Concerning Turkey's Europeanization, there is certain inertia. In a fraught period, transport policy is a surprising success story, with its stability and continuation in the alignment process. This study investigates the main reasons and driving forces behind this curious case. The changing dynamics between different periods has not only changed the background factors but also contributed to a progressive approach, which has once again showed the importance of domestic political preferences when it comes to Europeanization.Publication Çok Boyutlu İlişkiler: Amerikan Perspektifinden Milli Mücadele(2019-06-11) PAPUÇÇULAR, HAZAL; 1803761923 yılında Amerikalı gazeteci Isaac F. Marcosson’a bir mülakat veren Mustafa Kemal Paşa “kardeş demokrasiler olarak, Türkiye ile Amerika arasında en sıkı ilişkiler olmalıdır” demişti. Kuşkusuz bu, geleceğe dair bir iyi niyet ifadesiydi, ancak Amerika’nın ve Amerikan kamuoyunun Millî Mücadele boyunca Türkiye ve özellikle de Ankara’ya dair tutumu çok değişkendi. Bu noktadan hareketle bu çalışma Amerikan perspektifinden Millî Mücadele’yi incelemektedir. 1919- 1923 yılları arasında ABD’nin özellikle önem atfettiği üç konu Foreign Relations o f the United States belgeleri üzerinden analiz edilmektedir. Bu konular; Ermeni meselesi ve manda konusu üzeninden tartışılan Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceği, Türk-Yunan Savaşı?, ve bu bağlamda konuşulan Anadolu ve İstanbul’daki gayrimüslimlerin durumu ve son olarak df. Amerika Birleşik De'detleri’nin Türkiye’deki iktisadi menfaatlerine ilişkin tutumudur. Amerika’nın Ankara ile ilk temasları başlığı çerçevesinde incelenebilecek birinci mesele ABD’nin Doğu Anadolu’nun ve Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğine dair yaptığı hesaplarla ilgilidir. Bağımsız Ermenistan konusunun gündemden düşmesi ve Millî Mücadele’nin güç kazanmasından sonra ise ABD’nin dikkati doğudan batıya kaymış ve Kurtuluş Savaşı’nın gidişatı izlenmiştir. Özellikle Büyük Zafer’in kazanılmasıyla Amerika Batı Anadolu, İstanbul ve Karadeniz’deki gayrimüslimlerin durumunu yakından takip etmiştir. ABD bu zaman zarfında iktisadi çıkarları ile de yakından ilgilenmiş, Millî Mücadele’nin başında İstanbul ile kapitülasyonlar ve gümrük vergileri üzerinden yürüttüğü diplomasiyi daha sonra Chester Projesi bağlamında Ankara ile yürütmeye başlamıştır. Bildiride incelenen tüm bu meseleler sadece siyasiler tarafından değil, Amerikan kamuoyu tarafından da ilgiyle takip edilmiş ve gazetelerde de tartışılmıştır. Bu sebeple, Amerikan basınında bu alanda çıkan makale ve haberler de bu çalışmada kullanılmaktadır. Gerek basın gerekse de diplomatik belgeler ışığında bu bildiri, Türkiye’de çoğunlukla ulusların kendi kaderini tayini prensibi ve manda/himaye meselesi etrafında konuşulan Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerin aslında çok çeşitli alanlarda tezahür ettiğini ve Millî Mücadele’nin gidişatı içinde değişime uğradığını göstermektedir. Aynı zamanda, ABD’nin siyasetinde ulus-ötesi dinamiklerin, yani yardım kuruluşları ya da iş çevreleri gibi devlet dışı aktörlerin de oldukça etkin olduğunu söylemektedir. Bu bildiri, çoğunlukla birincil ve aynı zamanda ikincil kaynaklardan yararlanılarak hazırlanmıştır.Publication Gendered Populist Mobilization(2019-06-17) KOUROU, NUR SİNEMPopulism has been stormed through the discussion and scope on political science. It has been discussed in many ways and associated with different issues. Even though the abundant of the literature, as many scholars mention, populism and gender have rarely considered (Spierings and Zaslove; 2017). One ofthe first studies has been emerged by Mudde and Kaltwasser (2015), but its conclusion discourages the researchers. The finding said that “the relationship between populism and gender is relatively weak but highly complex” (Mudde and Kaltwasser 2015: 36). This is important and also true because when populism declares itself in the antagonism between the people and the elite, the issue of gender is staying as an invisible topic. However, there is one crucial and certain outcome about the relationship between the populist parties and gender which is that the populist parties receive more male than female support (Spierings and Zaslove 2017; 822). However, there is a challenging situation in the case of Turkey where the percentage of female and male votes are even for JDP which a radical right populist party is also (KONDA; 2018). Therefore, this deviation frames the research question for this paper. This paper aims to answer how does populism mobilize the women in Turkey? I believe that empirical perspective provides a way out from complexity and uncertainty. Beyond the theoretical meaning of populism, I consider using the lens of populism to understand its mobilizational efforts within the society (Jansen; 2011). For this matter, the following questions will be answered to understand the mobilizational efforts of JDP in the level of female constituents. Firstly, “is there any populist organizational link between the JDP and female constituents? I will investigate the organizational structure of JDP women’s branches to answer the question. Secondly, “how is populism articulated as a mobilizational tool in the level of women’s branch?” For that, semi-structured and in-depth interviews will be conducted to analyze populist appeals in their links with the female. The third question is directly related to the relationship between the party and its women’s branches. I mean “how does the party mobilize women’s branches in terms of populist perspective? In a nutshell, the rising emanation of populism through political life has influenced various part of society. Even though women are ignored in political life, they have an active role in the case of Turkish populism for the JDP’s consolidation. Therefore, as an important part of the JDP, women’s branches will be unit of analysis of the research to represent the relationship between the populism and gender.Publication International News Reporting in Turkey(MARMARA UNIV, FAC COMMUNICATION, NISANTASI CAMPUS COMMUNICATION FAC, BUYUKCIFTLIK ST NO 6 NISANTASI, SISLI, ISTANBUL, 34365, TURKEY, 2016) BAYRAKTAR, BORAPublication Kardeşlik ve güvenlik üzerinden Pakistan'ı okumak: Afgan mültecilerin Pakistan'a siyasal ve sosyo-ekonomik etkileri(2019-11) Yesevi, Çağla Gül;Pakistan, pek çok etnik grubu, dini ve mezhebi barındıran bir ülkedir. Pakistan, Afganistan’da yaşananlardan birebir etkilenmiştir. Pakistan’ın siyasal tarihi, darbelerle ve yozlaşmış hükümetlerle anılmaktadır. Kuruluşundan beri etkili olan İslamlaşma siyaseti, ülkeyi sadece birleştiren değil aynı zamanda ayrıştıran bir olgudur. Ülkedeki Hristiyanlar, Hindular, Şiiler ve Ahmediler ciddi sorunlar ve ayrımcılıkla karşı karşıyadırlar. Ülkede pek çok etnik grubun yaşaması ve Afgan göçünün etkisiyle farklı siyasal nüfuz alanları bulunmaktadır. Pakistan, Afganistan’dan göç edenlere ev sahipliği yapmıştır. Sovyet işgali ardından Afgan mültecilere kucak açmıştır. Günümüzde 1,4 milyonu kayıtlı, 1-1,5 milyonu kayıt dışı olmak üzere yaklaşık üç milyon Afgan, Pakistan’da yaşamaktadır. Pakistan, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni ve bu sözleşmenin eki niteliğindeki 1967 New York protokolünü imzalamamıştır. Mülteci statüsü tanınması için gerekli hukuki düzenlemelere sahip değildir. Pakistan’ın göç politikasına 1946 yılına ait Yabancılar Kanunu hukuki bir zemin sunmaktadır. Pakistan, Birleşmiş Milletler (BM) ile anlaşarak, uluslararası mali destek kapsamında, Afgan mülteciler için temel hizmetleri sunmuştur. Afganistan devletinin güçsüzlüğü, sınırları denetleyememesi, sonlanmayan iç çatışmalar ve yaşanan terör eylemleri Pakistan’ı olumsuz etkilemiştir. İnsan ve uyuşturucu kaçakçılığı yanında her gruba göre tanımlanan farklı İslam modelleri ve mezhepsel çatışma, iki ülkenin de siyasal ve sosyal sorunlarını arttırmıştır. Afganistan’da devlet otoritesindeki çöküş, Pakistan’da benzer sonuçların görülmesine yol açmıştır. Suni sınırlarla ayrılmış Peştunlar birlikte hareket etmeye başlamışlardır. Pakistan’ın kontrol edemediği Federal Yönetilen Kabileler Bölgesi’nde bu durum tam olarak vücut bulmuş; bölge, terör örgütlerinin ve hükümet-karşıtı eylemleri düzenleyen örgütlerin buluşma noktası olmuştur. Pakistan, öncelikle Afgan mültecilere “kardeşlik ve İslam” adına kucak açmış ancak mülteciler, devlet dışı örgütlerce kullanılmış, silah, uyuşturucu, insan kaçakçılığı yanında organize suçlara bulaşmışlardır. Günümüzde, Pakistan’da yerli ve yabancı kökenli pek çok devlet-karşıtı örgüt faaliyet halindedir. . Pakistan’daki Afgan mültecilerin ülkelerine geri gönderilmesinin, Pakistan’ın sorunlarının çözümü anlamına gelip gelmediği konusu tartışmalıdır. Ülkede etnik, dini ve mezhepsel gruplaşmalar ve karşıtlıklar çözüme muhtaçtır. Ciddi bir güvenlik sorunu bulunmaktadır. Ülkede güç sahibi olan toprak ağalarının, mafyanın, güvenlik güçlerinin farklı çıkarları ve buna uygun olarak kendi ajandaları bulunmaktadır. Çalışma kapsamında, Pakistan’ın demografik ve siyasal yapısından bahsedilmiş, ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik durumu değerlendirilmiştir. Sosyal yaşamda dinin etkisi üzerinde durulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin değişen Afganistan Siyaseti ve bunun ABD ve Pakistan ilişkilerine etkisi anlatılmıştır. Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği’nin Pakistan’daki uygulamaları ve Afgan Mültecilerin, Pakistan’a yerleşmeleri süreci ve Gönüllü Geri Dönüş konuları incelenmiştir. Pakistan’daki Afgan mültecilerin sorunları üzerinde durulmuştur. Afgan mültecilerin, Pakistan siyasal hayatına etkileri anlatılmıştır. Mültecilerin katıldıkları devlet-karşıtı örgütlenmelerden bahsedilmiştir. Mültecilerin Pakistan ekonomisine etkileri incelenmiştirPublication Kardeşlik ve Güvenlik Üzerinden Pakistan'ı Okumak: Afgan Mültecilerin Pakistan'a Siyasal ve Sosyo-Ekonomik Etkileri(2019-11) Yesevi, Çağla Gül; 140841Pakistan, pek çok etnik grubu, dini ve mezhebi barındıran bir ülkedir. Pakistan, Afganistan’da yaşananlardan birebir etkilenmiştir. Pakistan’ın siyasal tarihi, darbelerle ve yozlaşmış hükümetlerle anılmaktadır. Kuruluşundan beri etkili olan İslamlaşma siyaseti, ülkeyi sadece birleştiren değil aynı zamanda ayrıştıran bir olgudur. Ülkedeki Hristiyanlar, Hindular, Şiiler ve Ahmediler ciddi sorunlar ve ayrımcılıkla karşı karşıyadırlar. Ülkede pek çok etnik grubun yaşaması ve Afgan göçünün etkisiyle farklı siyasal nüfuz alanları bulunmaktadır. Pakistan, Afganistan’dan göç edenlere ev sahipliği yapmıştır. Sovyet işgali ardından Afgan mültecilere kucak açmıştır. Günümüzde 1,4 milyonu kayıtlı, 1-1,5 milyonu kayıt dışı olmak üzere yaklaşık üç milyon Afgan, Pakistan’da yaşamaktadır. Pakistan, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni ve bu sözleşmenin eki niteliğindeki 1967 New York protokolünü imzalamamıştır. Mülteci statüsü tanınması için gerekli hukuki düzenlemelere sahip değildir. Pakistan’ın göç politikasına 1946 yılına ait Yabancılar Kanunu hukuki bir zemin sunmaktadır. Pakistan, Birleşmiş Milletler (BM) ile anlaşarak, uluslararası mali destek kapsamında, Afgan mülteciler için temel hizmetleri sunmuştur. Afganistan devletinin güçsüzlüğü, sınırları denetleyememesi, sonlanmayan iç çatışmalar ve yaşanan terör eylemleri Pakistan’ı olumsuz etkilemiştir. İnsan ve uyuşturucu kaçakçılığı yanında her gruba göre tanımlanan farklı İslam modelleri ve mezhepsel çatışma, iki ülkenin de siyasal ve sosyal sorunlarını arttırmıştır. Afganistan’da devlet otoritesindeki çöküş, Pakistan’da benzer sonuçların görülmesine yol açmıştır. Suni sınırlarla ayrılmış Peştunlar birlikte hareket etmeye başlamışlardır. Pakistan’ın kontrol edemediği Federal Yönetilen Kabileler Bölgesi’nde bu durum tam olarak vücut bulmuş; bölge, terör örgütlerinin ve hükümet-karşıtı eylemleri düzenleyen örgütlerin buluşma noktası olmuştur. Pakistan, öncelikle Afgan mültecilere “kardeşlik ve İslam” adına kucak açmış ancak mülteciler, devlet dışı örgütlerce kullanılmış, silah, uyuşturucu, insan kaçakçılığı yanında organize suçlara bulaşmışlardır. Günümüzde, Pakistan’da yerli ve yabancı kökenli pek çok devlet-karşıtı örgüt faaliyet halindedir. . Pakistan’daki Afgan mültecilerin ülkelerine geri gönderilmesinin, Pakistan’ın sorunlarının çözümü anlamına gelip gelmediği konusu tartışmalıdır. Ülkede etnik, dini ve mezhepsel gruplaşmalar ve karşıtlıklar çözüme muhtaçtır. Ciddi bir güvenlik sorunu bulunmaktadır. Ülkede güç sahibi olan toprak ağalarının, mafyanın, güvenlik güçlerinin farklı çıkarları ve buna uygun olarak kendi ajandaları bulunmaktadır. Çalışma kapsamında, Pakistan’ın demografik ve siyasal yapısından bahsedilmiş, ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik durumu değerlendirilmiştir. Sosyal yaşamda dinin etkisi üzerinde durulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin değişen Afganistan Siyaseti ve bunun ABD ve Pakistan ilişkilerine etkisi anlatılmıştır. Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği’nin Pakistan’daki uygulamaları ve Afgan Mültecilerin, Pakistan’a yerleşmeleri süreci ve Gönüllü Geri Dönüş konuları incelenmiştir. Pakistan’daki Afgan mültecilerin sorunları üzerinde durulmuştur. Afgan mültecilerin, Pakistan siyasal hayatına etkileri anlatılmıştır. Mültecilerin katıldıkları devlet-karşıtı örgütlenmelerden bahsedilmiştir. Mültecilerin Pakistan ekonomisine etkileri incelenmiştirPublication Lausanne Conference : Peacemaking process and Parliamentary Politics in Ankara, 1922-1923(2019-06) PAPUÇÇULAR, HAZAL; 180376Lausanne Treaty of Turkey is a product of Turkish national movement, which was organized after the end of the World War I and led by a newly founded parliament in Ankara. In Turkish historiography, this parliament has usually been associated with its revolutionary character that paved the way for a new Turkish state and with its democratic setting in which different viewpoints existed and clashed with each other even in the matters of vital importance. In this sense, this paper aims to analyze the relationship between parliamentary politics and peace making efforts of Turkish delegation in Lausanne. It shows the parliamentary opposition to the peace-making process of Turkey which existed in many issues pertaining to the composition and attitude of the Turkish delegation in Lausanne, drawing o f the borders, future of the Straits, and economic/fmancial matters. Apart from being a specific analysis of intra-parliamentary politics on peace and war, this paper exemplifies a broader understanding: the relationship between domestic policy and peace-making process. In the Turkish case, although the intra- parliamentary opposition would not change the outcome, it would complicate the peace-making efforts of the Turkish delegation in Lausanne and question the leadership in Ankara. In return, it would be one of the reasons for parliamentary elections in Turkey held in 1923. While dealing with the national politics on the negotiation process in Lausamie, this paper also will mention how these discussions on Lausanne made nearly a century ago influence the discourses in Turkey even today where Lausanne Treaty is still being discussed vividly in domestic politics.Publication Migration system and network theory(2020-04) Yesevi, Çağla Gül; 140841Migration system is related to places linked by flow and counter flows of people. System has been defined by communications from migrants to potential migrants. These linkages between migrants are important for further moves. It has been affecting not only trade flows and economic conditions but also it has been giving potential migrants courage, confidence and comfort and it has been ensuring community solidarity. Moreover, they have had information about the culture of the receiving country, living conditions, migration procedures. Therefore, they may have had some expectations related to the future of their families. Potential migrants have become familiar with rules and regulation of receiving country (Fawcett, J. T. 1989) through these migration networks. Massey (1993) states that migrant networks are sets of interpersonal ties that connect migrants, former migrants, and nonmigrants in origin and destination areas through ties of kinship, friendship, and shared community origin. Migrant networks decline costs and risks. One of the migration theories is Network Theory. This theory has been giving importance to social relations. Network theory has been used in a research project which has been dealing with migration of 1930s from Soviet Turkestan to Afghanistan. In-depth interviewing method has been used in this research. Migrants and their families were interviewed; 69 people were interviewed. Interviews were used to data collection and analyzed with the help of network theory. In the project, it was understood that actually, this migration has been continuing. These families have migrated from Afghanistan to Saudi Arabia, Turkey and the US. Interviews have revealed that migration networks are influential in this migration.Publication Pakistan-Afganistan Örneğinden Türkiye'nin Öğrenecekleri(2019-12-16) Yesevi, Çağla Gül; 140841Pakistan, pek çok etnik grubu, dini ve mezhebi barındıran bir ülkedir. Pakistan, Afganistan’da yaşananlardan birebir etkilenmiştir. Pakistan’ın siyasal tarihi, darbelerle ve yozlaşmış hükümetlerle anılmaktadır. Kuruluşundan beri etkili olan İslamlaşma siyaseti, ülkeyi sadece birleştiren değil aynı zamanda ayrıştıran bir olgudur. Ülkedeki Hristiyanlar, Hindular, Şiiler ve Ahmediler ciddi sorunlar ve ayrımcılıkla karşı karşıyadırlar. Ülkede pek çok etnik grubun yaşaması ve Afgan göçünün etkisiyle farklı siyasal nüfuz alanları bulunmaktadır. Pakistan, Afganistan’dan göç edenlere ev sahipliği yapmıştır. Sovyet işgali ardından Afgan mültecilere kucak açmıştır. Günümüzde 1,4 milyonu kayıtlı, 1-1,5 milyonu kayıt dışı olmak üzere yaklaşık üç milyon Afgan, Pakistan’da yaşamaktadır. Pakistan, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni ve bu sözleşmenin eki niteliğindeki 1967 New York protokolünü imzalamamıştır. Mülteci statüsü tanınması için gerekli hukuki düzenlemelere sahip değildir. Pakistan’ın göç politikasına 1946 yılına ait Yabancılar Kanunu hukuki bir zemin sunmaktadır. Pakistan, Birleşmiş Milletler (BM) ile anlaşarak, uluslararası mali destek kapsamında, Afgan mülteciler için temel hizmetleri sunmuştur. Afganistan devletinin güçsüzlüğü, sınırları denetleyememesi, sonlanmayan iç çatışmalar ve yaşanan terör eylemleri Pakistan’ı olumsuz etkilemiştir. İnsan ve uyuşturucu kaçakçılığı yanında her gruba göre tanımlanan farklı İslam modelleri ve mezhepsel çatışma, iki ülkenin de siyasal ve sosyal sorunlarını arttırmıştır. Afganistan’da devlet otoritesindeki çöküş, Pakistan’da benzer sonuçların görülmesine yol açmıştır. Suni sınırlarla ayrılmış Peştunlar birlikte hareket etmeye başlamışlardır. Pakistan’ın kontrol edemediği Federal Yönetilen Kabileler Bölgesi’nde bu durum tam olarak vücut bulmuş; bölge, terör örgütlerinin ve hükümet-karşıtı eylemleri düzenleyen örgütlerin buluşma noktası olmuştur. Pakistan, öncelikle Afgan mültecilere “kardeşlik ve İslam” adına kucak açmış ancak mülteciler, devlet dışı örgütlerce kullanılmış, silah, uyuşturucu, insan kaçakçılığı yanında organize suçlara bulaşmışlardır. Günümüzde, Pakistan’da yerli ve yabancı kökenli pek çok deviet-karşıtı örgüt faaliyet halindedir.Pakistan'daki Afgan mültecilerin ülkelerine geri gönderilmesinin, Pakistan’ın sorunlarının çözümü anlamına gelip gelmediği konusu tartışmalıdır. Ülkede etnik, dini ve mezhepsel gruplaşmalar ve karşıtlıklar çözüme muhtaçtır. Ciddi bir güvenlik sorunu bulunmaktadır. Ülkede güç sahibi olan toprak ağalarının, mafyanın, güvenlik güçlerinin farklı çıkarları ve buna uygun olarak kendi ajandaları bulunmaktadır. Çalışma kapsamında, Pakistan’ın demografik ve siyasal yapısından bahsedilmiş, ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik durumu değerlendirilmiştir. Sosyal yaşamda dinin etkisi üzerinde durulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin değişen Afganistan Siyaseti ve bunun ABD ve Pakistan ilişkilerine etkisi anlatılmıştır. Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği’nin Pakistan’daki uygulamaları ve Afgan Mültecilerin, Pakistan’a yerleşmeleri süreci ve Gönüllü Geri Dönüş konuları incelenmiştir. Pakistan’daki Afgan mültecilerin sorunları üzerinde durulmuştur. Afgan mültecilerin, Pakistan siyasal hayatına etkileri anlatılmıştır. Mültecilerin katıldıkları devlet-karşıtı örgütlenmelerden bahsedilmiştir. Mültecilerin Pakistan ekonomisine etkileri incelenmiştir. Çalışma Pakistan örneğinden Türkiye’nin öğrenecekleri üzerinde durmaktadır.Publication Populism and Conservative Civil Society(2018-06) KOUROU, NUR SİNEMThere are many components and techniques which are driven by populist radical right parties from top to down. The most important issue can be seen here the populist radical right parties’ linkages with civil society organizations, especially NGOs and social movements. Therefore, a question occurs from this point of view; How do populist radical right parties manifest themselves over civil society organizations? Does the relationship lead to a top-down mobilization? To address these questions, I need to determinate my framework about far-right political extremism and its populist manifestations. Mudde identifies the three defining features of populism which are also experienced and used in its far-right extremism version. These are antiestablishment, authoritarianism, and nativism. This three features are also crucial points to understand situation of civil society organizations and which are mobilized and organized from above. In first place; nativist character of populist radical right parties provide an identification for represented people, they declare who is “us” and who is “other”, and who is “foe”, and who is “enemy”. This distinction is important, because the most important base and appeal is derived from here. Implication of this distinction to the relationship between the party-civil society organizations can be observed like who is going to be mobilized? Secondly, this party family also manifests itself with authoritarian attitude and it mostly relies on a charismatic leader. This perspective and political style also determinate how relationship will constitute between party and civil society organizations. This is going to bring a new understanding on civil society, social movements and NGOs’ literature. How can we identify it as a democratic governance and organization or what? In other words, is there a new way of politics or formation of civil society? Thirdly, the most important onset of the populist radical right parties are derived from their antiestablishment characteristics. In this sense, they represent the voice of ordinary people. From this point, when populist radical right parties destroy established institutions and intellectual ideas in both society and the state level, it generates the new ones to replace them. The civil society organizations are going to be the most important apparatus during this demolition and reconstruction process. The reason why, they are going to use civil society organizations not as an intermediary institution, but also keeping closer to people. In these sense, how should civil society organizations be analyzed; as an objective and non-political institution, or instruments of the populist radical right parties? To develop deeper understanding and apply established research techniques to conduct my research, I will make an empirical study in Turkey and Hungary. With the abovementioned framework, I will analyze the relationship between the governing JDP (Justice and Development Party) and Anatolian Youth Association in Turkey on the one hand and Fidesz and Civic Circle Movement on the other hand. In this sense, 1 aim to put empirical data on my work which is collected by in-depth interviews in Turkish case and secondary material for Hungarian case.Publication Populism and Woman(2019-11-05) KOUROU, NUR SİNEM; 245844When I saw the announcement for the winter school, I immediately felt that I want to participate in. While I am certain that you will receive many high quality applications, I will take the following paragraphs to show why I, a Ph.D. Candidate at Boğaziçi University Istanbul, am ideally placed to make a valuable contribution to the event. My PhD project aims to understand the relationship between populist mobilization and gender issue by making a qualitative analysis of the motivations for the women voters of the Justice and Development Party in Turkey. Today, all around the world -the USA, Hungary, Poland, Italy, Turkey- has been experiencing the rise of radical right wing populist parties. Thus, when my research has questioned the relationship, it also aims to deconstruct the relationship between democracy and rule of law in the reverse angle. I mean, when populism is chosen a way for holding the power, its occupation into the liberal order is inevitable such as destroying rule of law. When the populism has been defined as a democratic illiberalism, it represents the unlimited democracy’s danger clearly by the legitimacy of majority power. Additionally, the situation between the rule of law and democracy should be discussed with awareness of new actors. So, the new actor reminds that the importance of the balance and association between them when it disappeared. Rising support of women to the newly mainstreaming populist radical right wing parties has emerged as a new position in the politics of the 21st century. Therefore, being defined as illiberal democracies, one of the fields that the right-wing populist parties and government has the highest level of suppression is gender issues. When the populist radical right wing constructs the illiberal and conservative norms on the gender issue as desires of majority rules, it undermines the individual liberties, gender equality, women emancipation and progress. Therefore, the populist anti-gender perspective is one of the cases, which has rejected norms of liberal democracy through conservative ideology and populist political actions such as anti-abortion law in Turkey, 500+ subsidization in Poland or banning gender studies in Hungary. By these governments, women are defined over the family and their role within the family such as child bearing, motherhood and housewifery. By this way, their individual existence within the society have been disappeared, because of their familial recognition and connections into the state. Contrary to the aforementioned illiberal gender policies of the governments and parties, many of the populist parties and governments have received more female votes than the male ones. As in the case of Turkey women have tendency to vote the AKP/JDP more than male voters to illustrate that when the AKP’s voters’ 51% was women, 49% was man in national election in 2009 (KONDA; 2018). Based on this dilemma, my PhD project aims to answer the question of why women have a tendency to vote for radical right-wing political parties, which have anti-gender party programs? To answer this question, I will conduct qualitative research by analyzing the following three angles perspectives: The AKP’s and leaders’ discourse, political participation process of women as active member; mobilization of women as a constituency. Examining these angles will provide a fertile ground to investigate the relationship between populism and women from a multi-level perspective. Clearly, populism has risen as a challenge against the established democracies and rule of law, yet it has also negative impact on unconsolidated democracies such as Turkey, Hungary and Poland. Even though populism has more or less the same consequences those two type of the states, its impact has been felt deeply in slippery ground of unconsolidated democracies’ political and social life, as in the case of gender issue.Publication The Legalization of the Right to Strike in Turkey in the 1960s(ROUTLEDGE JOURNALS, TAYLOR & FRANCIS LTD, 2-4 PARK SQUARE, MILTON PARK, ABINGDON OX14 4RN, OXON, ENGLAND, 2019) EMRE, YUNUSIn July 1963, two laws, the Trade Unions Act and the Collective Bargaining, Strike and Lockout Act, were enacted in the Turkish parliament. With these laws, free trade unionism became possible, and the working class emerged as a strong political power. The legalisation of the right to strike produced several unexpected results. The most important of these occurred in the political field. The right to strike and union legislation became crucial for the development of the left and the change in the Cumhuriyet Halk Partisi, CHP (Republican People's Party). The first half of the 1960s clearly demonstrated that the CHP's position had changed; first and foremost, in its political stand vis-a-vis labour and the labour movement. In this article, the main cornerstones in the legalization of the right to strike and the role of the CHP and Bulent Ecevit will be discussed.Publication Türk Bağımsızlık Savaşı'nın Anlamı ve Diplomatik Sonuçları(2019-12-20) PAPUÇÇULAR, HAZAL; 180376Türk Kurtuluş Savaşı’nın diplomatik anlamı ve sonuçları tarihyazımında nispeten daha az tartışılmıştır. Daha çok savaş üzerine odaklanan yazında diplomasi tek tek ilişkiler bazında fazla analiz edilmeden anlatılmıştır. Buradan hareketle bu konuşma, Türk Bağımsızlık Savaşı’nın diplomatik tarafını genel olarak ne anlama geldiği üzerinden analiz edecek ve savaşın diplomatik sonuçlarına odaklanacaktır. Öncelikle belirtilmesi gereken husus, Milli Mticadele’de savaş ve diplomasinin ayrılmaz bir bütün olduğudur. Ankara hükümeti her sıcak çatışmanın öncesi ya da sonrasında Müttefik devletlerle müzakere zemini yaratmaya çalışmıştır. Ankara hükümetinin bu diplomatik çabalarında iki önemli husus dikkati çeker. Birincisi hükümetin kendisini tanıtma arzusudur. Zira, her diplomatik adım Ankara hükümetinin uluslararası camiadaki meşruiyetini sağlamlaştırmıştır. İkincisi ise, belirli koşullar altında barış isteğidir. Koşullar zamanın şartlarına göre değişse de, bağımsızlık konusu Ankara hükümeti için en önemli diplomatik hedef olmuştur. Bu tutum Lozan’da da değişmemiştir. Konuşma, Türk Bağımsızlık Savaşı’nın diplomatik sonuçlarını da bu yönden ele alacak ve Lozan Barış Antlaşması’nın ortaya çıkardığı statükonun uluslararası politika ve aynı zamanda Türkiye açısından diplomatik sonuçlarını analiz edecektir. Lozan Antlaşmasının özellikle Paris Barış Antlaşmaları arasındaki yerine bakılacak ve Türkiye’nin uluslararası konumu açısından getirdiği yeniliklere odaklanılacaktır. Bu bağlamda, Birinci Dünya Savaşı’m bitiren antlaşmalarla kıyaslandığında atipik olan Lozan Antlaşmasının Türkiye’nin iki savaş arası dönem dış politika yapımını derinden etkilediği belirtilecektir.Publication Türkistan’dan Göç ve Köklerle Bağ Kurmak(2019-09) Yesevi, Çağla Gül; 140841Çalışma, 1930’lu yıllarda Türkistan’dan gerçekleştirilen göçün kimlik ve kültüre etkisini konu alan bir sözlü tarih çalışmasıdır. Göç, kültür ve kimlik ana temalarını araştıran ve bu göçü yaşayanlar ve onların ailelerinin bugünkü kimlik tanımlamalarını anlamaya yardımcı olacak çok disiplinli bir araştırmadır. Bu göç eden ailelerden biri Hoca Ahmet Yesevi’nin soyundan gelen Yesevi ailesidir. Göçmenlerin Türkistan coğrafyasından –bugünkü Orta Asya’dan - Afganistan’a, oradan 1950’li yıllarda Türkiye, Arabistan ve ABD’ye göç eden ailelerin, farklı coğrafyalarda yerleşim neticesinde ve farklı nesillere göre kimlik oluşumlarında, kimlik tanımlamalarında değişim olup olmadığının, kültürlerini koruyup korumadıkları sorularının cevaplandırılmasını hedeflemektedir. Çalışma, bu göçü gerçekleştirenler ve onların çocuklarıyla kısa anket çalışması yanında, derinlemesine mülakatları içermektedir. Ailenin, göç esnasında yaşadıkları, geçimlerini nasıl sağladıkları, bu farklı ülkelerde nasıl yaşadıkları, dillerini, adetlerini, kültürlerini nasıl korudukları konu edilmiştir. Kültür ögeleri olan dil ve adetlerin nasıl korunduğu ve nedenleri ortaya konacaktır. Çalışma kapsamında Türkiye, Arabistan ve ABD’de yaşayanlarla iletişime geçilmekte ve çalışma farklı nesiller ve farklı coğrafyalarda yerleşen aile bireylerinin konuya bakış açıları yönünden analiz edilmektedir. Kültür, toplumların kendilerine özgü olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddi veya manevi her şeydir. Toplumların ortak inanç ve adetlerini içerir. Bu çalışma kapsamında, bayramlar, aile hayatı, evlilik, dil, giyim, ölüm, yaşlılar, müzik, yemekler, ev döşemesi, kullanılan eşyalar, kullanılan süs eşyaları, yapılan toplantılar, aile ilişkileri ile ilgili sorular sorulmuş ve analizler yapılmıştır. Kültür ögeleri masallar ve göç hikâyeleri ile öğretilmiştir. Çalışmada sosyal inşacılık teorisi kullanılmıştır.Publication Türkistan'dan Göçün Kimlik Oluşumuna Etkisi(2019-09) Yesevi, Çağla Gül; 140841Çalışma, 1930’lu yıllarda Türkistan’dan gerçekleştirilen göçün kimlik ve kültüre etkisini konu alan bir sözlü tarih çalışmasıdır. Göç, kültür ve kimlik ana temalarını araştıran ve bu göçü yaşayanlar ve onların ailelerinin bugünkü kimlik tanımlamalarını anlamaya yardımcı olacak çok disiplinli bir araştırmadır. Göçmenlerin Türkistan coğrafyasından -bugünkü Orta Asya’dan - Afganistan’a, oradan 1950’li yıllarda Türkiye, Arabistan ve ABD’ye göç eden ailelerin, farklı coğrafyalarda yerleşim neticesinde ve farklı nesillere göre kimlik oluşumlarında, kimlik tanımlamalarında değişim olup olmadığının, kültürlerini koruyup korumadıkları sorularının cevaplandırılmasını hedeflemektedir. Çalışma, bu göçü geıçekleştirenler ve onların çocuklarıyla kısa anket çalışması yanında, derinlemesine mülakatları içermektedir. Ailenin, göç esnasında yaşadıkları, geçimlerini nasıl sağladıkları, bu farklı ülkelerde nasıl yaşadıkları, dillerini, adetlerini, kültürlerini nasıl korudukları konu edilmiştir. Kültür öğeleri olan dil ve adetlerin nasıl korunduğu ve nedenleri ortaya konacaktır. Çalışma kapsamında Türkiye, Arabistan ve ABD’de yaşayanlarla iletişime geçilmekte ve çalışma farklı nesiller ve farklı coğrafyalarda yerleşen aile bireylerinin konuya bakış açıları yönünden analiz edilmektedir. Kültür, toplumların kendilerine özgü olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddi veya manevi her şeydir. Toplumların ortak inanç ve adetlerini içerir. Bu çalışma kapsamında, bayramlar, aile hayatı, evlilik, dil, giyim, ölüm, yaşlılar, müzik, yemekler, ev döşemesi, kullanılan eşyalar, kullanılan süs eşyaları, yapılan toplantılar, aile ilişkileri ile ilgili sorular sorulmuş ve analizler yapılmıştır. Kültür öğeleri masallar ve göç hikayeleri ile öğretilmiştir. Çalışmada sosyal inşacılık teorisi kullanılmıştır.Publication Türkiye ve oniki ada 1912-1947(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019-10) PAPUÇÇULAR, HAZAL; 180376; Berktay, AliEge Denizi’nin güneydoğusunda yer alan Oniki Ada, diğer adıyla Menteşe ada grubu hem uluslararası düzeyde, hem de Türkiye’nin dış politikasına yönelik iç siyasi değerlendirmelerde yüz yılı aşkın bir süredir pek çok tartışmanın odak noktasına yer almaktadır. Oniki Ada, Trablusgarp Savaşı sırasında, 1912’de İtalya tarafından işgal edildikten sonra, Türkiye, İtalya ve Yunanistan arasında süren ve diğer büyük devletlerin de zaman zaman rol aldığı uluslararası çekişmelerin konusu haline geldi. İç politikada ise Lozan zafer miydi hezimet mi tartışmaları ne zaman yeniden alevlendirilse, Oniki Ada bu temcit pilavının hiç vazgeçilmeyen tuzu biberi oldu. Dr. Hazal Papuççular, Türkiye ve Oniki Ada, 1912-1947 adlı bu çalışmasında söz konusu dönemi, konuya müdahil olmuş belli başlı devletlerin arşivlerinde yaptığı titiz çalışmanın da yardımıyla masaya yatırıyor. Oniki Ada sorununun hem tarihsel arka planını, hem de Lozan’dan II. Dünya Savaşı sonrasına giden süreçte Türk dış ve güvenlik politikasında tuttuğu yeri çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Türkiye ve Oniki Ada, 1912-1947 Oniki Ada meselesini merak edenler için vazgeçilmez bir kaynak.Publication Yasalara İki Perspektif: Miletos Okulu ve Sofistler(2019-11-02) Toral, BozkurtFelsefe tarihi genellikle, ilk filozof olduğu kabul edilen Thales'le ve Thales'in kurucusu olduğu Miletos Okulu'yla başlatılır. Miletos Okulu'nun mensupları, Homeros'un ve Hesiodos'un yaşadığımız evreni açıklamak için kullandığı teogonzlerin (dünyevi olguların tanrıların doğuşuna ve soyağaçlarına dayandırılarak açıklanması) yerine kozmogoniler geliştirmişlerdir. Gözlemlere dayanan kozmogonilerin amacı, dünyevi olayları dünyevi yasalarla açıklamaktı. Physis, yani doğa kavramına odaklanmış kozmogoniler siyasi ve sosyal yaşama da bu perspektiften bakıyorlardı. Presokratik ve Sokratik düşünce geleneklerinin odağında olan adalet kavramını da yağmurun yağması gibi mekanik bir işlem olarak değerlendiriyorlardı. Anaksimandros zamansal sırayla ortaya çıkmış şeylerin yok olmalarını, varlıklarının kefaretini ödemek olduğunu iddia etmektedir çünkü ona göre şeyler birbirlerine karşı haksızlık ederek var olabilirler yalnızca. Yunan-Pers Savaşları (MÖ 499-449) sonrasında Atina'da ortaya çıkan sofistler ise (düşünceleri benzeşen bir okul değillerse benzer bir perspektifi paylaşmaktalardı) polise bu denli physis gözlüğüye bakılmasına karşı çıktılar. Sofisler de Miletoslular gibi dünyevi olayları dünyevi yasalarla açıklamaya çalışıyorlardı. Bununla birlikte physisin yasalarıyla polisin yasalarının birbirinden ayrı olduğunu düşünüyordu: İnsan doğanın içine düşmüş ama polisi inşa etmişti. Böylece nomoiye, ikinci bir perspektif geliştirmişlerdi. Atina'da oynanan tragedya oyunları da bu yeni perspektifin tartışıldığı kamusal etkinlikler olmuştu.Kojin Karatani, Izonomi isimli kitabında aslında Yunan anakarasından gelen kolonicilerin kurduğu (Miletos'un da dahil olduğu) İyonya'da gelişen bu physis perspektifinin ortaya çıkış sebeplerini siyasi ve sosyal kurumlarda ve ekonomik yapıda olduğunu iddia etmektedir. Buna göre İyonya'daki yönetim şekli olan İzonomi, Atina'daki demokrasiden farklı olarak köle emeği ve gelir uçurumdan doğmuyor, bunları gerektirmiyor ve bunları engelliyordu. Polisin, cosmopolise benzemesi physis perspektifinin gelişmesini mümkün kılmıştı. Atina'daysa köle emeğine dayalı ekonomik sistem ve sınıflı toplum, demokrasinin ekonomik eşitsizliğe dayanan sistemini meşrulaştıracak düşünceler üretmiştir. Sofistlerin en önemli müşterileri olan tüccarların siyasi taleplerinin ve kazanımlarının nomoi dair ikinci (Sofistçe) perspektifin gelişmesinde etkisi gözlemlenebilmektedir. Thesmoiye, yani geleneksel yasalara göre tüccarların veya orta sınıfın poliste bulunamayacakları konumlara gelmeleri ve alamayacakları görevleri almaları yasaların doğal veya tanrısal kaynaklı olmakdıklarını göstermiştir. Dolayısıyla polisin yasaları insanlarca yapılmıştır ve onlar tarafından değiştirilebilirlerdir. Sofist Protagoras'ın meşhur sözü, insan her şeyin ölçüsüdür de Atina demokrasisinin bu yapısının ve bunu meydana getiren sınıflı toplum ve ekonomik dönüşümün neticesidir.Publication Yozlaşma Tanımında John Locke Arayışı (Sorunsal Arayışında Notlar)(2019-11-02) Aydın, Ali MuratSiyasal yozlaşma, günlük yaşantıda her an rastlanabilecek, yeri geldiğinde içselleştirilebilecek bir fenomen olarak bireyin karşısına çıkabilmektedir. Yozlaşmanın tanımı, ülkelerin ceza kanunlarında, uluslararası sözleşmelerde yerini almıştır. Yozlaşmaya karşı devletler, uluslararası kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları yirmi birinci yüzyılın teknolojik gelişimini, küreselleşmenin getirmiş olduğu imkânları da dâhil ederek mücadele yöntemleri geliştirmeye çalışmaktadır. Ne var ki Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2018 Yolsuzluk Algı Endeksi’ne göre değerlendirmeye alınan 180 ülkenin üçte ikisinden fazlası, kuruluşun hazırlamış olduğu ölçüm skalasmda, bir ülkedeki yozlaşmanın derecesi olan 50 puanın (100 en temiz-0 yüksek yozlaşmış) altında kalmıştır. Yozlaşmanın kaynağı ceza kanunlarına, ceza kanunları anayasalara, anayasalar ise uluslararası sözleşmelere dayanmaktadır. Uluslararası sözleşmeler ise en temel doktrinini 1789 İnsan Hakları Sözleşmesi’ne dayandırmaktadır. Bu sözleşmenin ilham kaynağıysa John Locke’dur. Algı endeksinin öne sürdüğü istatistikler yolsuzlukla mücadelenin başarısızlığına işaret etmektedir. Pozitif hukuk içerisinde tanımı yer alan yozlaşmanın yaygın olması ile onun genel geçer tanımında ne derecede, pozitif hukukun temeli olan doğal hakları barındırdığı arasında pozitif bir bağlantı kurulabilir mi? Başka bir deyişle, yolsuzlukla mücadelenin başarılı olmadığı görüşünün altında, kavramın tanımının eleştirisi yattığına göre ahlaksal açıdan suiistimalin temellerini John Locke’un öğretisinde bulmak mümkün olabilir mi? Bu çalışmanın amacı John Locke’un siyasal yozlaşma üzerine ortaya koymuş olduğu düşünceleri, güncel görüşler ile saptamak, Locke üzerinden yozlaşmanın bileşenlerini tespit edebilmek ve yozlaşmanın, pozitif hukuk içindeki tanımını, Lockvari açıdan doğal hakları ne derece içerdiğini ölçebilmek olmuştur. Bu bağlamda çalışmanın birinci bölümünde yozlaşmanın modem anlamdaki tanımının kökenlerine ahlaksal açıdan bir eleştiri getirilmiştir. Karma anayasacı olarak betimlenen Aristoteles’den, Montesquieu’ye oradan Hobbes’a kadar yozlaşmanın siyasal bakımdan, kendileri için ne ifade ettikleri açıklanırken; diğer taraftan Rousseau’nun, James C. Scott’un, Habermas’ın, Locke’un ve Joseph Nye’m bu ifade ediliş tarzına getirmiş oldukları ahlakçı eleştiriler gözlemlenmiştir. İkinci bölümde, John Locke’un siyasal yozlaşmaya işaret edecek bir biçimde yozlaşmanın temelinde yatan güdüyü, aktardığı görüşleri sıralanmıştır. Bu görüşlerin toplamı yozlaşmanınaktörlerini, nedenlerini, dinamiklerini ortaya koyan bir yelpazenin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Bu açıdan Locke sayesinde yozlaşmanın öğeleri belirgin bir hale getirilmiştir. Üçüncü bölümde yozlaşmanın pozitif hukuk içerisinde genel geçer tanımı parçalara ayrılmış, her bir kavramsal temanın doğal hakları ne kadar karşılayabildiği ölçülmüştür. Ortaya çıkan sonuç ise yozlaşmanın pozitif hukuk içerisindeki tanımının doğal hakların pek çoğunu karşılamadığını göstermiştir. Çalışmanın birinci bölümünde karşılaştırılmalı araştırma yöntemi kullanılmıştır. Filozofların yozlaşma konusundaki görüşleri çarpıştırılmıştır. Her bir düşünce insanının temel sorusu sistemin mi yozlaşmayı doğurduğu; yozlaşmanın mı sistemi çökerttiği üzerine olmuştur. Bu noktada ortaya birbirine zıt iki farklı model ortaya çıkabilmiştir. İkinci bölümde Locke’un siyasal yozlaşma üzerine düşünceleri içerik analizi yöntemiyle ortaya çıkarılmıştır. Bu analiz sayesinde yozlaşmanın bileşenlerini içeren bir model geliştirilmeye çalışılmıştır. Üçüncü bölümde öncelikle doğal hakların içerik analizi yapılmış ve yozlaşma ile bağlantısı kurulmuştur. Daha sonra yozlaşmanın genel geçer tanımı bu bağlantısal model ile karşılaştırılarak eksikliklerin tespiti sağlanabilmiştir. Sonuç olarak bu çalışma, yozlaşmanın pozitif hukuk içerisinde yer alan tanımının, doğal haklar açısından yetersiz olduğunu ortaya çıkarmıştır. Aslında, uğruna mücadele için eylem planları konan kavramın, tam olarak anlaşılmadığı tespit edilmiştir. Kapsayıcılığında yapısal sorunlar barındıran yozlaşmanın, kendisiyle mücadelede, başarısızlığa uğramanın doğal bir sonuç olduğu düşünülebilir. Elde edilen bulgular, konu üzerine yapılacak olan çalışmalar açısından, en azından (konuya) bakış-açısını değiştirmek bakımından ümit verici bir adım olarak görülebilir.