T.C. İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ LİSANSÜSTÜ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ ÜSKÜDAR’DAKİ KARACA AHMET DERGÂHI’NIN HALKBİLİMİ AÇISINDAN İNCELENMESİ YÜKSEK LİSANS TEZİ Gaye Nur SÜZERGÖZ 2100003778 Anabilim Dalı: Türk Dili ve Edebiyatı Program: Türk Dili ve Edebiyatı Tez Danışmanı: Prof. Dr. Muharrem KAYA HAZİRAN 2024 T.C. İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ LİSANSÜSTÜ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ ÜSKÜDAR’DAKİ KARACA AHMET DERGÂHI’NIN HALKBİLİMİ AÇISINDAN İNCELENMESİ YÜKSEK LİSANS TEZİ Gaye Nur SÜZERGÖZ 2100003778 Anabilim Dalı: Türk Dili ve Edebiyatı Program: Türk Dili ve Edebiyatı Tez Danışmanı: Prof. Dr. Muharrem KAYA Jüri Üyeleri: Prof. Dr. Muharrem KAYA Doç. Dr. Shurubu KAYHAN Dr. Öğr. Üyesi Serdar GÜRÇAY HAZİRAN 2024 iii İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ..................................................................................................................... iii KISALTMALAR ................................................................................................................... v ŞEKİL LİSTESİ .................................................................................................................... vi ÖNSÖZ.................................................................................................................................. vii ÖZET ..................................................................................................................................... ix ABSTRACT ............................................................................................................................ x 1. ANADOLU’DA TASAVVUF VE TEKKE KÜLTÜRÜNÜN GELİŞİM VE YAYILIM TARİHİ ................................................................................................................ 1 1. Tasavvufun Kelime Kökeni ve Anlamı ..................................................................... 1 1.2. Tasavvufun Etkilendiği Kaynaklar ....................................................................... 4 1.2.1. Kur’an-ı Kerîm ve Hadis Tesirleri ...................................................................... 4 1.2.2. Yeni Eflatuncu (Neo Platonisme) Tesirler .......................................................... 8 1.2.3. Hind-Budist Tesirleri ........................................................................................... 8 1.2.4. İran Tesirleri ......................................................................................................... 9 1.2.5. İbrani-Hristiyan Muhiti Tesirleri ..................................................................... 10 1.2.6. Eski Türk Dinlerinin Tesirleri........................................................................... 11 1.2.7. Diğer Tesirler ...................................................................................................... 13 1.3. Türklerin Tasavvufla Tanışması.......................................................................... 14 1.4. Anadolu’da Tasavvuf ve Tekke Kültürünün Gelişim ve Yayılım Tarihi ........ 15 2. Karaca Ahmet’in Tarihi ve Menkıbevi Kimliği ............................................................ 19 3. ZİYARET KÜLTÜRÜ AÇISINDAN KARACA AHMET DERGÂHI ...................... 37 3.1. Karaca Ahmet Dergâhının Yeri ............................................................................... 37 3.2. Karaca Ahmet Dergâhının Anket Sonuçlarının Derlenmesi................................. 38 3.2.1. Katılımcıları Cinsiyet Dağılımı ve Yaş Aralığı ................................................ 39 3.2.2. Katılımcıların Medeni Durumu ve Yerleşim Yerleri ...................................... 40 iv 3.2.3. Katılımcıların Gelir Düzeyi ve Eğitim Düzeyleri ............................................. 41 3.2.4. Katılımcıların İnanç Profili ............................................................................... 43 3.2.5. Katılımcıların Dini Bilgi Kaynakları ................................................................ 45 3.2.6. Katılımcıların Dini Mekanlara Olan İlgileri .................................................... 47 3.2.7. Kaynak Kişilerin Karaca Ahmet Hakkındaki Görüşleri ................................ 49 3.2.8. Kaynak Kişilerin Karaca Ahmet’ in Efsanevi Tedavi Yöntemleri Hakkındaki Görüşleri ........................................................................................................................ 56 3.2.9. Kaynak Kişilerin Türbe Ziyareti ve Gül Lekesi Lezyonları Arasındaki İlişkiye Dair Görüşleri.................................................................................................. 61 3.2.10. Kaynak Kişilerin Karaca Ahmet’ in Yürüyemeyen Çocukları Tedavisi Hakkındaki Görüşleri .................................................................................................. 63 3.2.10. Kaynak Kişilerin Karaca Ahmet’ in Konuşamayan Çocukları Tedavisi Hakkındaki Görüşleri .................................................................................................. 70 3.2.10. Kaynak Kişilerin Karaca Ahmet’ in Kuş ve Su Sesiyle Tedavi Hakkındaki Görüşleri ........................................................................................................................ 74 3.2.11. Katılımcıların Türbe Ziyareti Ritüelleri ........................................................ 76 3.2.12. Katılımcıların Türbe Ziyaret Öncesi Hazırlıkları ve Ziyaret Sıklığı ........... 84 3.2.13. Katılımcıların Türbe Ziyaretindeki Davranışları ve Beklentileri ................ 85 3.2.14. Katılımcıların Türbeye Minnettarlık Davranışları ....................................... 90 SONUÇ.................................................................................................................................. 95 KAYNAKÇA ...................................................................................................................... 100 KAYNAK KİŞİ DİZİNİ .................................................................................................... 105 v KISALTMALAR age. : Adı geçen eser AÜ : Anadolu Üniversitesi C : Cilt Çev : Çeviren Ed : Editör GSE : Güzel Sanatlar Enstitüsü KK : Kaynak Kişi S : Sayı SBE : Sosyal Bilimler Enstitüsü TDV : Türkiye Diyanet Vakfı vb. : ve benzeri Vd : Ve diğerleri Vs : Vesaire yy. yüzyıl vi ŞEKİL LİSTESİ Şekil-1: Katılımcıların cinsiyet dağılımı Şekil-2: Katılımcıların yaş aralığı Şekil-3: Katılımcıların medeni durumları Şekil-4: Katılımcıların yaşadıkları yerler Şekil-5: Katılımcıların gelir düzeyleri Şekil-6: Katılımcıların eğitim düzeyleri Şekil-7: Katılımcıların öznel dindarlıkları Şekil-8: Katılımcıların dini bilgi edinme kaynakları Şekil-9: Katılımcıların en son yapılan türbe ziyaretleri Şekil-10: Katılımcıların Karaca Ahmet Dergâhından haberdarlıkları Şekil-11: Ziyaretçilerin Karaca Ahmet ile ilgili bilgi düzeyleri Şekil-12: Katılımcıların Karaca Ahmet’in halk hekimi kimliğine dair bilgi durumları Şekil-13: Katılımcıların Karaca Ahmet Dergâhında yürüyemeyen çocukların şifa bulup yü- rüdüğüne dair bilgi durumları. Şekil-14: Karaca Ahmet Dergâhında konuşamayan çocukların şifa bulup konuştuğu hakkın- da bilgi altyapıları Şekil-15: Karaca Ahmet Dergâhında kuş ve su sesleriyle akıl hastalarının şifa bulduğu konu- sunda bilgi altyapıları Şekil-16: Katılımcıların Karaca Ahmet Dergâhını ziyaret etme amaçları Şekil-17: Katılımcıların Karaca Ahmet Dergâhını ziyaret etme sıklığı Şekil-18: Katılımcıların Karaca Ahmet Dergâhını ziyaret etmeden önce yaptığı hazırlıklar Şekil-19: Katılımcıların Karaca Ahmet Dergâhını ziyaret sırasında davranışları Şekil-20: Katılımcıların Karaca Ahmet’in kendilerine yardımcı olabileceğine dair inançları Şekil-21: Katılımcıların Karaca Ahmet Dergâhını ziyaret etmenin dini bir uygulama olarak değerlendirmesi Şekil-22: Dileği gerçekleşen kaynak kişilerin dini uygulamalara başvurma durumları vii ÖNSÖZ Mezarlık ziyaretleri, ölümün anılması ve orada yatanlardan ibret alınması açısından dinimizin önerdiği önemli bir uygulamadır. “Evliya” veya “Evliyaullah”, Allah’ın dostları anlamına gelir. İnançlı bir kişi tarafından Evliya kabrini ziyaret etmek, dünya işlerini bir kenara bırakıp Evliya’nın ruhunu nur sayarak onu gönlünde bulundurmak ziyaret eden inançlı kişinin de kalbini güçlendirir ve olgunlaştırır. Geçmişten günümüze mezar ziyaretlerinin önemli bir parçasını oluşturan Evliya kabri ziyaretleri inançlı kişilerin maneviyatını güçlendiren uygulamalardır. Alevilik, ilk dönemlerinde Hz. Ali’ye bağlılık olarak görülse de günümüzde farklı şekillerde yorumlanmaktadır. Bazıları Aleviliği İslam içinde bir tarikat olarak kabul ederken bazıları bu görüşe katılmamaktadır. Kimileri ise sadece bir kültür olarak algılar ya da etnik kökenle ilişkilendirir. Karaca Ahmet Sultan’ın Alevi Bektaşi inancındaki önemi tartışmasızdır. Onun adına Türkiye’nin pek çok yerinde kurulan dergâh ve tekke her yıl binlerce Alevi vatandaş tarafından ziyaret edilmektedir. Bu mekanlarda Alevilik öğretilmekte, ibadetler ve çeşitli uygulamalar uygulanmaktadır. Bu; Aleviliğin öğretilmesi, cemlerin gerçekleştirilmesi, zakirlik eğitimi verilmesi, kurbanların kesilmesi, çeşitli yiyeceklerin dağıtılması gibi ritüellerin uygulanmasıyla açıkça görülmektedir. Karaca Ahmet’in Alevi Bektaşi inancındaki öneminin yanında ayrıca halk hekimi kimliği de ön plana çıkan bir başka değerli unsurdur. Çeşitli kaynaklarda yer alan menkıbeler sayesinde onun bu efsanevi kişiliği günümüze kadar ulaşmıştır. Başta çalışmamıza konu olan Üsküdar’daki dergâh olmak üzere ülkemizin çeşitli yerlerinde alternatif tıp uygulamalarına ve dergâhların hastaları şifalandırmasına olan inanç devam etmektedir. Çalışmamızda Üsküdar’daki Karaca Ahmet Dergâhı çerçevesinde Karaca Ahmet’in halk hekimi kimliği, tarihi ve menkıbevi kişiliği ve Alevilik’te bulunan gözcülük vasfı toplum nezdinde bilimselliğe uygun şekilde çeşitli kaynak ve gözlemlere dayanarak sunulmuştur. viii Araştırmamızın hedefleri arasında, halk edebiyatı ve tasavvuf alanlarında, özellikle Üsküdar çevresinde gerçekleştirilen çalışmalara katkıda bulunmak yer almaktadır. Ayrıca, yerel bir dergâh olan Karaca Ahmet Dergâhı çevresinde toplanan ziyaretçilerin profillerini çizmek bir başka amacımızdır. Araştırma sürecinde değerli düşünceleri ve yönlendirmeleriyle katkıda bulunan sayın danışman hocam Prof. Dr. Muharrem Kaya’ya teşekkürlerimi sunmak isterim. Halk edebiyatı alanında yolumu aydınlatan lisans ve lisansüstü dönemi hocalarımdan Abdulkadir Emeksiz, Zehra Hamarat, Esra Bilge Savcı ve Mehmet Aça’ya teşekkürlerimi sunmak isterim. Karaca Ahmet Dergâhında yaptığım alan araştırması süresince bana yardımcı olan dergâh çalışanları, dergâhın dedelerinden Hüseyin Özgöz ve kaynak kişilerimize teşekkür ederim. Tez süresi boyunca maddi ve manevi desteklerini her zaman yanımda hissettiğim değerli ailem, Bahçıvan ailesi, Yaprakdal ailesi; kıymetli dostlarımdan Şeyma Gül, Beyza Şimşek, Kübra Ersolak ve Mana Eser’e sonsuz teşekkürlerimi sunmak isterim. Son teşekkürümü de akademik yolda bana ilham olan sevgili amcam Prof. Dr. Faruk Süzergöz’e sunmak isterim. Gaye Nur SÜZERGÖZ İstanbul, 2024 ix ÖZET Üsküdar’daki Karaca Ahmet Dergâhı’nın Halkbilimi Açısından İncelenmesi adlı bu çalışma, giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde “kabir ziyareti” kavramının açıklaması yapılmıştır. Ardından Karaca Ahmet’in Alevilikle ilişkisi çerçevesinde ele alınmış ve halk hekimi kimliği, tarihi ve menkıbevi kişiliği ve gözcülük vasfı konunun teorik kısmının anlaşılması için özetlenmiştir. Birinci kısımda, Tasavvufun kelime kökeni ve anlamı, Tasavvufun etkilendiği kaynaklar, Türklerin tasavvufla tanışması, Anadolu’da tasavvuf ve tekke kültürünün gelişim ve yayılma tarihi ele alınmıştır. İkinci kısımda, Karaca Ahmet’in tarihi ve menkıbevi kimliği çeşitli kaynaklar araştırılarak ele alınmıştır. Üçüncü kısımda ise alan araştırması ele alınmıştır. Burada Karaca Ahmet Dergâhının yeri ve dergâhta yapılan anket sonuçlarının derlemesi ele alınmıştır. Bu araştırmada, Üsküdar’daki Karaca Ahmet Dergâhı ziyaretçilerinin ahlaki anlayışları, gelenekleri ve âdetleri incelenmektedir. Tasavvuf anlayışı, sûfilik ve bu çerçevede Karaca Ahmet Dergâhında gerçekleştirilen ibadetler, ideolojiler ve ritüeller detaylı bir şekilde açıklanmaktadır. Bu çalışmada dergâhta gerçekleştirilen faaliyetlerin tanımlanması ve tasavvuf inancının günümüzdeki yansımaları aktarılmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Dergâh, Gözcülük, Halk Hekimi, Karaca Ahmet, tasavvuf. x ABSTRACT This study, titled "Analysis of Karaca Ahmet Dervish Lodge in Üsküdar in Terms of Folklore", consists of an introduction and three chapters. In the introduction section, the concept of "grave visit" is explained. Then, Karaca Ahmet was discussed within the framework of his relationship with Alevism, and his identity as a folk doctor, his historical and legendary personality, and his observer skills were summarized to understand the theoretical part of the subject. In the first part, the word origin and meaning of Sufism, the sources that influenced Sufism, the encounter of Turks with Sufism, the history of the development and spread of Sufism and lodge culture in Anatolia were discussed. In the second part, the historical and hagiographic identity of Karaca Ahmet is presented by researching various sources. In the third part, field research is presented. Here, the location of Karaca Ahmet Lodge and the compilation of the survey results conducted in the lodge are presented. In this research, the moral understanding, traditions and customs of the visitors of Karaca Ahmet Dervish Lodge in Üsküdar were examined. The understanding of Sufism, Sufism and, within this framework, the worships, ideologies and rituals performed in Karaca Ahmet Dervish Lodge are explained in detail. This study will be an important resource for defining the activities carried out in the lodge and understanding the reflections of the Sufi belief today. Keywords: Sufism, Folk Healer, Observer, Dervish Lodge, Karaca Ahmet 1 ÜSKÜDAR’DAKİ KARACA AHMET DERGÂHI’NIN HALKBİLİMİ AÇISINDAN İNCELENMESİ 1. ANADOLU’DA TASAVVUF VE TEKKE KÜLTÜRÜNÜN GELİŞİM VE YAYILIM TARİHİ 1. Tasavvufun Kelime Kökeni ve Anlamı Tasavvuf ile ilgili çok çeşitli tanımlar yapılmıştır. Tanımların çeşitliliği önemli ölçüde tanımı yapan sûfî ile ilgilidir. Bağlı olduğu tarikat, maneviyatı ve mertebesi de etkenler arasındadır. Tasavvuf ile ilgili yazılan kaynaklar genel bir çerçevede aşağıda verilmektedir. İlk tasavvuf eserlerinde sûfî kelimesinin kökeni ve nasıl ortaya çıktığı üzerine birkaç yazar dışında pek az temas edilmiştir. Bu konuya odaklanan sûfî yazarlardan Ebû Nuaym el-İsfahânî (ö. 430/1038), tasavvufun vefâ ve safâ sözcüklerinin bir araya gelmesiyle oluştuğunu iddia eder. Ayrıca, sufâneden (bir çeşit çöl bitkisi) yola çıkarak, Kâbe hizmetine adanan ismi Sûfe olan kabileden veya Allah’a iman edenlerin kullandığı, gurura yol açmayan ucuz bir giysi olan sûftan türetildiğini belirtir. Abdüllkerîm el-Kuşeyrî ise tasavvufun Arapça kökenli olduğuna dair bir bulgunun bulunmadığını ifade etmektedir. Abdüllkerîm el-Kuşeyrî’e göre, Hz. Muhammed’in sohbetinde bulunmuş olanlara bahşedilen ünvanlar gibi, dinin emirlerine titizlikle riayet gösterenlere "âbid" ve "zâhid" denilmiş, zaman geçtikçe Ehl-i sünnet sahabelerinin, yaratanla beraber olma ve gafletten korunma çabalarına karşı ortaya çıkan bid'atlara karşı II. (VIII.) yüzyıldan itibaren "tasavvuf" denilmiştir.1 Tasavvuf, lügâtte genellikle "Kur'an'da tavsiye edilen ve Peygamber'in yaşamı boyunca uyguladığı yaşama biçimini benimseme çabası, İslam gizemciliği" olarak tanımlanır. Ek olarak, "Ehl-i sünnet seçkinlerinin zaman içerisinde meydana çıkan bid'atlara karşı daima Allah'la beraber olma ve gafletten sakınma gayretleri" şeklinde de açıklanabilir.2 1 https://islamansiklopedisi.org.tr/tasavvuf 2 Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlük, “Tasavvuf’; Reşat Öngören, “Tasavvuf”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, TDV Yayınları, İstanbul, 2011, c.40, s.119-126. 2 Tasavvuf, İslam'ın ruhani ve mistik boyutunu temsil eder ve İslam içindeki dervişlik akımını ifade eder. Tasavvuf, İslam'ın en erken dönemlerinden başlayıp günümüze kadar gelmiştir.3 Seyyid Abdülhakim Arsavi, Er-Riyad’üt-Tasavvufiye (Tasavvuf Bahçeleri) adlı eserde önemli tasavvuf büyüklerine ait görüşlerine değinilmiştir: Cüneyd-i Bağdadi “Tasavvuf, Hakk Subhanehu ve Teala’nın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir.” diye yorumlamaktadır. Muhammed b. Aliyyü’l Kassab “Tasavvuf, keremli zamanda, keremli insanlardan, keremli topluluklar içinde beliren keremli ahlaktır.” diye yorumlamaktadır. Ruveym b. Ahmed Bağdadi “Tasavvuf, yalnız Allah Teala’ya acz ve ihtiyaçla sığınmak, mahlukatın ihtiyaçlarına koşmak, şeriat yasakları dışında taarruz ve mücadeleyi terk etmektir.” diye yorumlamaktadır. Şibli “Tasavvuf, her türlü endişe ve düşünceden uzak, Allah Teala ile olmaktır” diye yorumlamaktadır. Ebu Muhammed Ceriri “Tasavvuf, her yüksek ahlaka ermek ve her düşük ahlaktan çıkmaktır.” diye yorumlamaktadır. Ma’ruf-u Kerhi “Tasavvuf, hakikati almak ve insanların elindekilerin ye’s duymamaktır” diye yorumlamaktadır. Ebu Ali-i Ruzbari “Tasavvuf, sevgili kapısında paspas olmaktır, oradan kovulsa bile.” diye yorumlamaktadır. Ceriri “Tasavvuf, hallerin gözetilmesi ve edebin gerekliliğidir.” diye yorumlamaktadır. Ebu Turab “Sufi, hiçbir şeyle kederlenmeyen ve her şeyle safa bulandır.” diye yorumlamaktadır. Zünnun-u Mısri “Tasavvuf ehli, Allah Azze ve Celle’yi her şeye tercih eden ve Allah Azze ve Celle’nin onları her şeye tercih ettiği bir kavimdir.” diye yorumlamaktadır. Ebu Ya’kub “Tasavvuf, kendisinde beşerî alametlerin izmihlal olduğu bir haldir” diye yorumlamaktadır. Ebu Hüseyin “Sufi, varidatla olur, evrad ile değil” diye yorumlamaktadır. Ebu Sehl Sa’luki “Tasavvuf şeriatın yasakladığının dışında itirazdan sakınmaktadır” diye yorumlamaktadır.4 3 M. K. Atik, Tasavvuf Tarihi ve Felsefesi, (Erciyes Üniversitesi, 2009), s.35, (yayımlanmamış ders notları). 4 Necip Fazıl Kısakürek, Tasavvuf Bahçeleri (Seyyid Abdülhakim Arvasi), (Büyükdoğu Yayınları, İstanbul, 2016). 3 H. Kamil Yılmaz’a ait Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar adlı eserde önemli tasavvuf büyüklerinin görüşlerine yer verilmiştir:5 Bişr-i Hafi “Sufi, kalbini Allah için tasfiye edip tertemiz yapan kimsedir” diye yorumlamaktadır.6 Ebu Said Harraz “Sufi, Allah’ın kalbini tasfiye edip nurla doldurduğu kimsedir. Böyle kalbine nur giren kimse, zikr- i İlahi’den lezzet duyar” diye yorumlamaktadır.7 Ebu Bekir Kettani “Tasavvuf ahlaktır. Ahlaki açıdan senden üstün olan safa ve manevi temizlik açısından da üstündür” diye yorumlamaktadır.8 Seriyy es-Sekati “Tasavvuf üç manayı kapsayan bir kelimedir. Marifetin nuru, veraın nurunu söndüremez. Tasavvuf, Kitap ve Sünnet’in zahirine ters bir batın ilminden bahsetmez. Kerametleri sufiyi Allah’ın yasak bölgesine girmeye sevk etmez” diye yorumlamaktadır.9 Ebu’l Hüseyin Nuri “Tasavvuf, Hakk’ın nasibi için nefsin nasibini külliyen terk etmektedir.” diye yorumlamaktadır.10 Ebu Süleyman Darani “Tasavvuf, Hakk’tan başkasının bilmediği amellerin sufi üzerinde cereyan etmesi ve devamlı olarak sadece Allah’ın bildiği bir hal üzerine Hakk ile beraber bulunmasıdır.” diye yorumlamaktadır.11 Tasavvuf, Tanrı, insan ve evren arasındaki ilişkiyi bütünlüğü bozmadan ifade etmeye çalışan, insanın ilahi erdemlere benzemesini hedefleyen felsefi ve dinsel bir yoldur.12 Tasavvuf, İslam’ın başlangıcından yaklaşık iki asır sonra ortaya çıkmıştır ve örgütlenmenin tamamlanmasından sonra tekkeler ve tarikatlar vasıtasıyla yayılmıştır. Dolayısıyla İslam dünyasında uzun yıllar boyunca etkinliğini devam ettiren bir düşünce ve yaşam şeklidir. Tasavvuf, tek olan Allah'ın özelliğini ve evrenin meydana gelişimini varlık birliği (vahdet-i vücut) anlayışına bağlı bir biçime ifade eden felsefi ve dini bir düşüncedir. Tasavvufta ana inanış, evrende yalnızca tek bir varlığın olduğuna iman ve diğer varlıkların Allah'ın tecellileri olduğunu kabul etmektir.13 İnsan, maddeyle mana, bedenle ruhun birleşiminden oluşmaktadır. İnsanın mutlu olması için bu iki boyut arasında dengeli sağlamasına bağlıdır. İnsanın içindeki kalp, ruh, gönül veya mana dediğimiz özün canlı kalması için gösterilen çaba yoluna "tasavvuf" 5 H. Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, (Ensar Yayınları, 26. Baskı, İstanbul, 2018), s.34. 6 a.g.e., s.34. 7 a.g.e., s.34. 8 a.g.e., s.33. 9 a.g.e., s.37. 10 a.g.e., s.40. 11 a.g.e., s.50. 12 Fidan Tonza, Doğu Mistisizmi ve Anadolu Tasavvufu’nun Araştırılması ve Seramik Uygulamaları, Dokuz Eylül Üni. Güzel Sanatlar Enst., Y. Lisans Tezi, İzmir, 2012, s. 24. 13 R. Akarpınar, Bahar-M. Arslan, “Tekke-Tasavvuf Edebiyatı" Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, (Ankara: Grafiker Yayınları, 2004), s.43. 4 denmektedir. İnsanın tıpkı hem manası hem de maddesi olduğu gibi, dinin de hem batını hem de zahiri vardır. Dinin doğru anlaşılmak ve yaşamak için, onu hem zahiri hem de batınıyla beraber ele almak gerekir.14 1.2. Tasavvufun Etkilendiği Kaynaklar Tasavvufun pek çok tanımı yapıldığı gibi etkilendiği kaynak bakımından da çeşitlilik söz konusudur. Tasavvufun etkilendiği kaynakları yedi başlık altında tasnif edebiliriz. Tasavvufun en baştan şekillenip günümüze ulaşmasına etki eden tesirler şunlardır: 1.2.1. Kur’an-ı Kerîm ve Hadis Tesirleri Tasavvuf ile meşgul olan her kişi, Kur’an-ı Kerîm’i ve hadisleri temel kaynaklar olarak belirlemiştir. Tasavvuf görüşünün İslâm’da var olduğunu savunanların dayandıkları âyet ve hadisleri inceleyelim: İnsanı kusursuzlaştırmayı gaye edinen tasavvuf yolu, öncelikle Allah’ın tek “Mutlak Varlık” olması temelinden hareket eder. Allah, Tek’tir ve Bir’dir, O’nun eşi ve benzeri yoktur. İnsan, sınırlı aklıyla “Sınırsız Olan”ı tam olarak idrak edemez; ancak her haliyle O’nu “Bir”leyebilir. Bu hususlarla ilgili bazı âyetler şunlardır: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer gök kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (Enbiya, 22. âyet) “Allah, O’ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyumdur. …O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.” (Bakara, 255. âyet) “De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.” (İhlas, 1-4. âyetler) “Hatıra ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dedi.” (Bakara, 30. âyet) “O daimî diridir; O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O hâlde dinde ihlâslı ve samimi kişiler olarak O’na dua edin. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Mü’min, 65. âyet) 14 Mehmet Demirci, Müslüman Türklerde Tasavvuf, (Ankara: Türkler C.5, Yeni Türkiye Yayınları, 2002), s.490. 5 Ahiret yaşamının dünya yaşamından daha önemli olduğunu bildiren âyetler de zühd ve tasavvuf hayatını aydınlatmıştır: “Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı.” (Ankebût, 64. âyet) “Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya ve dünya nimetlerini) seviyor, ahireti bırakıyorsunuz. Yüzler var ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır.” (Kıyamet, 20-22 âyetler) “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten ibarettir.” (Hadîd, 20. âyet.) “Her kim çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbüldür.” (İsra, 18-19. âyetler) “Andolsun sen bundan gaflete idin; derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.” (Kaf, 22. âyet) Allah’ın insana yakın olduğunu ifade eden ve insanın Allah’la yakınlaşmasını tavsiye eden âyetlerin de insanların tasavvufa yönelmesini etkileyen unsurlar olduğu düşünülmektedir: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide,35. âyet) “Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O’na yönel.” (Müzzemmil, 8. âyet) “Biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.” (Vâkıa, 85. âyet) “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16. âyet) “Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır…” (Bakara, 115. âyet) 6 “Ey iman edenler! Sabredin ve sebat gösterin; hazırlıklı ve uyanık (rabıtalı) bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” (Âl-i İmrân, 200. âyet) “Kullarım sana, beni sorduğunda: Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm…” (Bakara, 186. âyet) “Göklerde ve yerde olanları Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur…” (Mücadele, 7. âyet) “… Nerde olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (Hadîd, 4. âyet) “(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onlar; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu)… (Enfâl,17. âyet) Allah’ın istediği kimseyi nuruna eriştirebileceği ile ilgili âyetler mevcuttur. Üstelik hayatta olan bir insanın ilahi nura erişerek cehennem ateşinde yanmayacağına inanılması insanların tasavvufa bağlanmasında önemli bir etken olmuştur: “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu), nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nûr, 35. âyet) “Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? …” (Zümer, 22. âyet) İnsan-ı Kâmil derecesine ulaşan Allah dostlarının, Allah’ın izniyle, diğer insanlara şefâatçı olabileceği düşüncesi: “Allah’ın huzurunda, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefâati fayda vermez…” (Sebe’, 23. âyet) İnsanın nefsiyle karşı karşıya gelmesi ve kendi doğrusunu anlamasını anlatan âyetlerin de tasavvufî hayatı teşvik ettiğine inanılmaktadır: 7 “… Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi (kötü duygularınızı) öldürün… (Bakara, 54. âyet) “… nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems, 9-10. âyetler) “Kim Rahmân’ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.” (Zuhruf, 36. âyet) “…Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah yolundan saptırır…” (Sâd,26 âyet.) “… Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir…” (Kasas, 50. âyet) “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahir olması, yetmez mi? (Fussilet, 53. âyet) “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde âyetler vardır. Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?” (Zâriyât, 20-21. âyetler) Hz. Peygamber’in bazı hadislerinin önceleri zühd hayatını, sonraları da tasavvufî hayatı teşvik ettiği düşünülmüştür: “Allahu Teâlâ’dan korkmayı, habeşî köle bile olsa âmirinize boyun eğmeyi ve kulak vermeyi size tavsiye ederim. Gerçek şu ki, benim ölümümün ardından yaşayanlar arasında birçok ihtilaflar olacaktır. Bu durumda, size benim sünnetim ve benden sonra rehberlik edecek halifelerimin sünnetini öneririm; ona sıkı sıkıya sarılın, çünkü aç biri ekmekle sarıldığı gibi sıkıca tutunun. Sizi, yeni çıkan bid'atlerden kaçınmanız konusunda uyarırım. Çünkü her yeni çıkan moda bir bid'attir ve her bid'at sapıklıktır. “Ölmeden önce ölünüz…” “Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: Kul, nafile ibadetlerle bana yaklaşır. Öyle bir hâl alır ki, ben onu severim. Onu sevdiğim işbu vakitte, onun kulağı olurum, gözü olurum ve eli olurum.” (Hadis-i Kutsî) “Bir kimse ki, nefsini bildi; gerçekten Rabbini bilen o oldu.” Küntü Kenz “Gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve bütün âlemleri yarattım.” (Hadis-i Kutsî)15 15 Vasfi Babacan, Yûnus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye’si ve Dîvân’ı (Giriş- İnceleme- Metin- Dizin), (Doruk Yayınları, 2016), s.5-8. 8 1.2.2. Yeni Eflatuncu (Neo Platonisme) Tesirler Yeni Eflatunculuk, MS III-VI. Yüzyıllar arasında Eflatun (Platon)’un fikirlerinden ilham alınarak Plotinus (204-270) tarafından İskenderiye’de kurulmuş bir düşünce hareketidir. Bu düşünce hareketinin diğer önemli temsilcileri Porphyrius (232-301), Iamblichus (283-330) ve Proclus’tur (410-485). Plotinus’un varlık felsefesi, âlemin Bir veya Tanrı olarak isimlendirilen bir şeyden ortaya çıktığı, bu şeyin veya ilkenin kendisini üç aşamada ortaya koyduğu görüşüne dayanır. Plotinus, buna üç hüpostasis (zeminde duran şey) der ve felsefesini bu şekilde oluşturur. Bu üç şey Bir/iyi, Zihin (nous, us, akıl) ve Ruhtan oluşur. Plotinus’a göre var olan tek şey, biricik Tanrı’dır. Onun harici her şey Tanrı’nın taşmasından (südur, feyz) başka bir şey değildir. Ruh, Nous vasıtasıyla mutlak birliğe erişmektedir. Bu yüzden Ruh, kendi saf özüne, Mutlak Bir’e yakınlaşmak amacıyla dünyaya ait her şeyden uzaklaşmalıdır. O’na benzeyerek ve kendi var olma etkinliklerini O’na doğru yönlendirerek Bir’e yani İlk’e çekilmelidir.16 1.2.3. Hind-Budist Tesirleri Hindistan tarihi, dinlerin çeşitliliği, sahip olduğu felsefi akımları ve mistik eğilimleri itibariyle ilkçağdan beri Batı ve Doğu dünyasının ilgisini çekmiştir. Hind etkileri barış zamanlarında Batı’ya ulaşması İranlılar vasıtasıyla gerçekleşmiş, daha sonra İslâm fütuhatı sonucu yayılmıştır. Hinduizm’e göre din deneyimdir. Tanrı’yı bilmek ve onun gibi olmaktır. Bu inanca göre insan, kendi kalbinin hırslarından kurtulabilirse ölümlüyken ölümsüz olabilir. Her insan bu potansiyele sahiptir. Ancak buna ulaşmak için eğitilmiş bir öğretmene ihtiyaç duyar. Aday, öğreticinin öğretmeleri öğretmeleri sonucu düşünceye dalmalı ve “kontamplasyon”u (iç âlemi ruhsal gözle gözleme, seyre dalma, temaşa etme, dışa kapanma) derinliklerde yaşamalıdır. Hinduizm’deki “Tanrı’yı bilmek ve Tanrı gibi olmak” fikri tasavvufta “Nefsini bilen Rabbini bilir”, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” gibi düşünceler benzerdir. Budizm’e göre kurucu kişi Buda, insanları hayatın acılarından, ıstıraplarından kurtarmayı amaçlamaktadır. O, “Doğmak acıdır, yaşlılık acıdır, hastalık acıdır. Ölüm acıdır, sevilmeyenle birleşmek acıdır, sevilenden ayrı kalmak acıdır. İstediğini 16 a.g.e., s.10-12. 9 elde edememek acıdır.” diyerek öğretisini temellendirmiştir. Budizm’in tasavvufla olan ortak yönlerine gelecek olursak; her ikisi de cehalete, öfkeye, arzulara, ıstıraplara, zorluklara ve dış dünyaya karşı bir mücadele içindedir. Sabır, riyâzet ve çile gibi unsurlar barındırır. Budizm’de Nirvana’ya (Kurtuluş) ulaşmak için doğru bilgi ve doğru meditasyon uygulaması gerekir. Bu sayede hiçliğe ulaşılır. Tasavvufta ise mürşitten tasavvuf öğrenen derviş, sık sık çile çeker, halvete girer. Halvet durumundayken Allah’ın ona lütfettiği Muhammedî nuru veya gayb bilgilerini öğrenir. Gölge varlığından kurtulan derviş “fenâfillah” makamına erişir ve Allah’ta beka bulur. Buda’nın gerçeği arama hikayesi tasavvuf yolunu seçen İbrahim Edhem hikayesiyle büyük benzerlikler taşır. İbrahim Edhem hikayesinin Buda söylencesinden esinlenerek oluşturulmuş olma ihtimali doğar.17 1.2.4. İran Tesirleri İran’ın konumu itibariyle Doğu ve Batı arasında ticaret ve medeniyet merkezi olduğu bilinir. Böyle bir durumda da tasavvuf üzerine etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Tasavvufta İran tesirlerini anlayabilmek için Zerdüştlük, Maniheizm ve İran Şiîliği üzerinde duralım. Zerdüştlük, kutsal kitabı “Aveta” olan bir inanç sistemidir. Zerdüştlüğün Tanrısı “Bilge Kral” anlamına gelen Ahura Mazda’dır. Ahura Mazda’nın ilk ismi “ilk olarak kaim olan” yani “kendi başına varolan, varlığından başkasına dayanmayan” şeklindedir. Zerdüşt’e göre Ahura Mazda her şeyin yaratıcısıdır. Zerdüştlükte hiçbir şey yokken varolan, Ahura Mazda ile Ezelî Zaman’dır. Ahura Mazda ilk olarak Spenta Mainyu ve Angra Mainyu (Ehrimen) yaratır. Zerdüştlükte önce “Bir” vardır ve sonra bu “Bir” bir tür “İkilik” yaratmıştır. Spenta Mainyu “iyilik”i, Angra Mainyu ise “kötülük”ü temsil etmektedir. Zerdüştlükte ahlak prensipleri üç maddeden oluşur. Bunlar ise iyi düşünce, iyi söz ve iyi eylemdir. Zerdüştlüğün tasavvuf anlayışıyla kesişen noktaları ise burada başlar. İnsan tıpkı Ahura Mazda gibi ruhsal düzeyde yaratılmış sonra maddeye geçmiştir. Maddeye geçtikten sonra yaşanan iyilik ve kötülük ikilemi arasında şeytan ve nefsine karşı mücadele içine girmiştir. Bunun sonucunda da vahdete ulaşmaya çalışmıştır. Zerdüştçülerin ateşe tapmaları fikri ise Ahura Mazda’ya yakın olma fikrinden doğmaktadır. İslâm’daki tasavvuf akımlarından özellikle Rifâilik’te ateş ve ocak kültünün önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Bu durum bize tasavvufta İran tesirini göstermektedir.18 17 a.g.e., s.15-19. 18 a.g.e., s. 21-22. 10 Maniheizm, Babil’de dünyaya gelmiş olan Mâni tarafından kurulan bir din veya dinsel felsefedir. Maniheizm’de ışık (salt iyilik), karanlık (salt kötülük) olmak üzere iki anlayış vardır. Bu iki anlayıştan kötü olanın iyi olana karşı tahammülsüzlüğünden dolayı karanlık ışığa karşı taşkınlık gösterir ve böylece ışık ve karanlık birleşerek âlemi oluşturur. Işık âleminden gelen ruhların tekrar ışık âlemiyle birleşmesi, İslam’ın tevhid anlayışını akla getirir. Maniheizm’e göre ışık en yüce olan ilk unsurdur. O, ışık bahçelerinin “Tanrı Kralı”dır; hilm, bilgi, akıl, kavranılmazlık ve kıvrak zekâ onun beş sıfatıdır. Sevgi, iman, vefa, yardımseverlik ve hikmet gibi beş tinsel niteliğe sahiptir. Manici anlayışa göre ışık âlemine ait olan ruh, karanlık âlemine ait olan beden içine hapsedilmiştir. Maniciliğin kurumsallaşmasında seçkinlerle dinleyiciler olmak üzere iki sınıf mevcuttur. Bir tür ruhban sınıfı içerisine giren seçkinler inisiyasyon (seyr-i sülük) adı verilen törenlerden geçirilirdi. Bu törenler tasavvufta şeyhlerinkine benzer bir süreçtir. Bu süreç Maniheizm ve tasavvuf arasında ilişki oluşturan ortak noktalardan biridir. Maniheizm’de seçkinlere yerleşik yaşam yasaktı ve yaşamları ağız, el ve gönül olmak üzere üç mühürle bağlıydı. Bu üç mühür tasavvuftaki “eline, beline, diline” sahip olma fikriyle örtüşmektedir. Dinleyiciler seçkinlere saygı, dua ve oruç olmak üzere üç farklı görevle bağlıydı. Aynı durum tasavvufta da dervişin şeyhinin yanında gassalın önündeki ölü gibi olması durumuna benzetilebilir.19 Şiîlik, Arapça “şîa” sözcüğünden gelmekte ve “yardımcı, taraftar” anlamlarına gelmektedir. Hz. Peygamber’in ölümünün ardından Hz. Ali’ye yandaş olanlara ve halifeliği Hz. Ali’nin ve onun çocuklarının hakkı olarak görenlerin ismidir. Şiî anlayışına göre Allah evrenden tamamen ayrı değildir. Yaratılış, Allah’ın bir çeşit zuhurudur. Şiîlere göre Allah insanda tecessüd etmiştir. Bunu ispatlamak için “Âdemi yarattım ve ona kendi ruhumdan üfledim.” âyetini delil gösterirler. Bu durum Şiîlik ve tasavvuf arasında vahdet- vücûd anlayışı arasında benzerliklere dikkat çekmektedir.20 1.2.5. İbrani-Hristiyan Muhiti Tesirleri Müslümanların Hristiyanlarla ve Musevîlerle karşılaşmaları İslâmiyet’in doğuşundan hemen sonraya rastlamaktadır. Tasavvuf anlayışının İslâm’dan önceki Hristiyanlık ve Musevîlik gibi dinlerin benzer akımlarıyla ortaklıklar göstermesi ve bunların arasında sıkı ilişkiler bulunmasının kaçınılmaz olduğu düşünülmektedir. “Nitekim bir tür hikâye anlatıcıları olan ve “kussâs” denilen ilk dönem sûfîlerinin, anlattıkları Kur’an 19 a.g.e., s. 23-25. 20 a.g.e., s. 26-27. 11 kıssalarını Hristiyan, Yahudi, Budist ve Zerdüştî enstrümanlarıyla süslemelerinin yanı sıra, ortak kıyafet olarak Suriye ve Mısır’daki Hristiyan rahiplerinin elbiselerini andıran “sûf”un tercih edilmesi, Doğu’daki Nesturî Hristiyanlıktaki “azizler kültü”ne benzer bir evliya anlayışının oluşması gibi etkileşim ya da benzerlikle açıklanabilecek ayrıntılar gözden kaçmamaktadır. Hatta bu benzerliği Eski Yunan’ın Gnostik kavramları ile Budist, Hristiyan ve Maniheist kuramlarından ilham alınarak geliştirilen “marifet” kuramında da açıkça görmek mümkündür.21 1.2.6. Eski Türk Dinlerinin Tesirleri (Atalar Kültü, Animizm, Gök Tanrı Kültü) Türklerin İslâmiyet ile tanışmadan önce sahip oldukları Gök Tanrı ve Şamanizm gibi inançların tasavvuf üzerinde etkili olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Gök Tanrı inancı, göğün kendisi ile bir olmasıdır. Gök Tanrı, somut bir varlıktan soyuta doğru kayarak maddî olarak gökten ayrılarak her şeye hâkim olan daimî bir varlık haline bürünmüştür. Bu, Türk tahtına insan çıkaran, insanlara iyiyi ve doğruyu anlatan, onları ödüllendiren ya da ceza veren, eşi benzeri bulunmayan yüce bir varlıktır.22 Orhun Abideleri’ndeki “Tengri-teg Tengri” ifadesi “Tanrı’ya benzer Tanrı” şeklinde de yorumlanmaktadır. Bu, bir manada İslâmiyet’teki “Vâcibü’l-vücud” nazariyesinin karşılığıdır. Dolayısıyla Allah’ın biçimini ve şeklini kimse bilemez. “O’nun vücudu bilinmeyen kendi bünyesine göre, nasıl icap ediyorsa ve nasıl vâcib ise öyledir.” Eski Türklere göre Tanrı “göğün sonsuzluğu ve maviliği” gibidir.23 Gök Tanrı inancındaki bu anlayışlar Türklerin İslâmiyet'i seçmesini kolaylaştıran unsurlar olarak ele alınabilir. Şamanizm, tarihi çok eskilere dayanan ve farklı toplumlara göre değişiklik arz eden bir sistemdir. M. Eliade'ye göre Şamanizm, ilkel bir trans tekniktir. Şaman (Kam), ruhlarla rehberlik eden bir kişidir (psykhopompos). Ateş kontrolü ve büyülü uçuş gibi yeteneklere sahiptir. Transa geçmiş bir uzmandır. Bu trans esnasında, ruhunun bedenini terk edip göğe çıkmaya veya yeraltına alçalmaya çalıştığı düşünülür. Egemen olduğu ruhlarla ilişkiler geliştirir... Ölülerle, doğanın ruhlarıyla ve cinlerle onların aracı olmaksızın iletişime geçer.24 Şamanizm inisiyatif özellikler barındırmaktadır Şamanlık (Kamlık) mertebesine ulaşmanın 21 Ömür Ceylan, Böyle Buyurdu Sûfî, (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2010), s.6-7. 22 Ahmet Yaşar Ocak, Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), s.68-69. 23 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi II, (İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1994), s.13-14. 24 Michel Perrin, Şamanizm, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.24. 12 üç yolundan bahsedilir: İlk olarak; Şamanlık mesleğinin babadan oğula miras yoluyla aktarılması, yani bir çeşit kalıtımsal aktarımla oluşmasıdır. Örneğin Altaylarda Şaman olacak birey daha çocuk yaşlarda çekingen, hastalıklı ve dalgındır. Bunun yanı sıra Şaman olacak bireyin babası, uzun zaman eğitimler vererek onu bu göreve hazırlar, ilahiler ve şarkılar öğretir. Yakutlarda, Şamanın ölümünün ardından Şamanlık ruhu yok olmamaktadır. Ailenin bir başka ferdinde tekrardan görülmektedir. İkincisi; belirli bir istek dahilinde olmaksızın “ilahi” ya da “rastlantısal” seçimle Şaman olunmaktadır. Lakin bu biçimde Şaman olanlar, mesleğini miras yoluyla kazanmış olanlara kıyasla daha zayıf kabul edilmektedir.25 Üçüncüsü ise, kişinin kendi isteğiyle Şaman olma arzusudur. Bu, çoğu zaman sırra erme ya da geçiş törenlerinin paralelinde gelişir. Şamanlığa aday olan kişi, öteki dünyadan işaret gelinceye kadar usta Şamanın sınavlarından geçer, ondan tecrübe kazanır. Akran olan gençler dünya yaşantısından çekilir ya da kudret sahibi Şamanların liderlik ettikleri “hac yolculuklarına” çıkarlar. Burada Şamanın gayesi şaman adaylarına gelenekleri öğretmek, adayların ruhlarını güçlendirmek ya da doğaüstü güçler yoluyla kollanmaları sağlanmaktır.26 Yapılan araştırmalar sonucunda Şamanların toplumdaki görev, sorumluluk ve kabiliyetleri olarak şunları tespit edilmiştir: a) Kehanet (gaybtan haber vermek), b) Havayı değiştirmek, c) Mahsulleri yeşertmek, d) Felaketleri önlemek ya da onları düşmanlara yollamak, e) Hastalara şifa vermek, f) Ateşe egemenlik etmek, g) Sihirli uçuşlar gerçekleştirmek, h) Ruhu bedenden ayırmak, i) Göğe yükselmek veya yeraltına inmek.27 25 Abdulkadir Sipahi, Türk Halk İnançlarında Büyü ve Büyü ile İlgili Uygulamalar, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006, s.22-23. 26 Michel Perrin, Şamanizm, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.32-33. 27 Ahmet Yaşar Ocak, Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), s.142. 13 IX. ve X. Yüzyıldan itibaren yavaş yavaş İslâm’ı tanımaya başlayan Türklerin, asırlar boyu süregelen alışkanlıklarını, atalarına ait din ve kültürlerini bir çırpıda silip atmaları düşünülemezdi. Şamanizm’e ait gelenekler tasavvufla birleşmiştir. Yukarıda şamanların görevleri İslâmiyet ile beraber evliyaların görevleri halini almıştır. Tasavvuf kültürü içinde önemli bir yer işgal eden menkabeler incelendiğinde, menkabe kahramanlarının; a) Sihir yapabilen, b) Hastalara şifa veren, c) Gelecekten bilgi aktaran, d) Ruhların bedenlerinden ayrılıp tekrardan bedenlerine dönen, e) At üzerinde gökyüzüne çıkıp Tanrı ile iletişime geçen, f) Doğa güçlerini dilediği şekilde yöneten, g) Ateşin yakıcı gücünden etkilenmeyen, h) Yenilmiş ve ölmüş hayvanları kemikleri aracılığıyla hayata döndüren, i) Erkek-kadın ortak ayinler gerçekleştiren, j) Tahta kılıç aracılığıyla savaşan kişiler olarak tasvir edilmektedir.28 Yine konuyla ilgili olarak şeyhin vecd hâline gelebilmesi, insan kılığından çıkıp hayvan kılığına girebilmesi, suyun üstünde yürüyebilmesi, muska yaparak kötülükleri uzaklaştırması, müzik aleti çalması, birtakım vücut hareketleri yapması Şamanist unsurlar olarak göze çarpmaktadır. Dikkat çeken bir başka nokta da tarikatlarda şeyh-mürit ilişkisi, şeyhe duyulan saygı, dervişin çileli yolculuğu gibi hususlar göz önüne alındığında, bunların usta Şaman ile Şaman adayı arasındaki ilişkiye çok benzediğidir.29 1.2.7. Diğer Tesirler Tasavvuf üzerinde erken dönem Çin, yani Taoculuk etkisi de tartışılmıştır. Bu konu, ilk kez Ömer Ferruh tarafından “et-Tasavvuf fi’l-İslâm” adlı eserde öne sürülmüştür. Daha sonra Japon bilgin Toshihiko Izutsu, Taocu düşünce yapısıyla İbn Arabî’nin tasavvufi 28 a.g.e. s.141. 29 Abdulkadir Sipahi, Türk Halk İnançlarında Büyü ve Büyü ile İlgili Uygulamalar, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006, s.29-30. 14 düşüncesi arasındaki birtakım benzerliklere rastlamıştır. Ancak Çin etkisi, tasavvufu şekillendiremeyecek kadar uzak bir olasılık olarak görülmüştür.30 1.3. Türklerin Tasavvufla Tanışması Anadoluya yapılan göçler yalnızca Yesevi geleneğine bağlı olan Türkmen dervişler değildi. Horasan Melametiye tarikatının etkileri altında olan Kalenderilik ve Haydarilik gibi, Sünni mutasavvıfların itiraz ettikleri gruplar da geldi. Bu grupların çoğu, ekonomik nedenlerle seyahat eden ve dolaşan topluluklar şeklindeydi. Devre ait kaynaklarda "Zındıklar" ve "İbahiler" olarak adlandırılan bu toplumlar, Türkmenlerin hoşgörüsünden faydalanarak içsel görüşlerini yaydılar.31 Türklerin tasavvuf ile tanışmaları, İslam'ı benimsemeleriyle eşzamanlıdır. Maveraünnehir'in İslamlaşması, Türk tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Herat, Horasan, Merv ve Nişabur gibi bölgeler, Türk toplumlarının yaşadığı merkezlerdi. Bu bölgelerin İslamlaşmasının ardından tasavvuf akımları da bu bölgelere yayıldı. 9. yüzyılda Buhara ve Fergana gibi bölgelerde şeyhlerle karşılaşmaya başlandı; hatta Türkler Fergana'da, kendi şeyhlerine "bab"(baba) ismini veriyorlardı. Horasan'da da Türklerin içerisinde mutasavvıflar yetişmeye başladı. Bu etkenlerin birleşmesiyle, Türkler arasında tasavvuf akımı yavaş yavaş güçleniyordu.32 İslam'ın çeşitli coğrafyalara yayılması ve halk tarafından kabul edilmesi, misyoner olan sûfiler ve tarikatlar vasıtasıyla gerçekleşti. Türklerin İslam öncesi dönemde atalar kültüne olan inançları, ölen atalarının üstün bir güçle donanacağına ve böylece yakınlarına yardım edebileceğine dair inançları, şeyhlerin etrafında yaşanan çeşitli kerametler ve menkıbelerin kolay bir şekilde kabul edilmesini ve veli kültünün oluşmasının zeminini inşa etti.33 Bu kurumlar, devrinin sosyal, kültürel ve sanatsal çekim merkezlerini oluşturarak, Anadolu'daki Türk devletinin kuruluşu ve ilerlemesi sürecinde toplum içerisinde birlik ve bütünlük işlevi ile önemli bir rol oynamış olmalarına rağmen, daha sonraki dönemlerde belli ölçülerde tersine bir işlev edinerek huzursuzluk ve parçalanma faktörü haline gelmiştir.34 30 Annemarie Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1999), s.30. 31 a.g.e., s. 494. 32 M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, (İstanbul: Ötüken Yayınları, 1981), s.18. 33 Ahmet Yaşar Ocak, Anadolu’nun Dinî Kültürel Coğrafyası ve Sufilik, (Dergâh, III, 1992), s. 12. 34 Erman Artun, Dinî Tasavvufî Halk Edebiyatı, (Adana: Karahan Kitabevi, 2011), s.59. 15 1.4. Anadolu’da Tasavvuf ve Tekke Kültürünün Gelişim ve Yayılım Tarihi 1071’da Malazgirt Savaşı ile Selçuklular Anadolu'ya ayak basmış ve bu bölgede siyasi bir üstünlük sağlamışlardır. Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah'ın vefatının ardından Selçuklu İmparatorluğu parçalanmıştır fakat bu esnada Küçük Asya'da kurulan bağımsız Anadolu Selçuklu Devleti sağlam temel üzerine dayanmaktaydı. Orta Asya'dan devamlı batıya göç eden Oğuz Türkleri, Arap ve İran uygarlıkları ile temas kurduktan sonra öncelikle Malazgirt Savaşı'nın ardından Anadolu'ya tamamen yerleşmiş ve dinlerini, kültürlerini ve dillerini yaymaya başlamıştır. Böylelikle Anadolu hızla Türkleşmeye başlamıştır. Büyük şehirlerde yaşam standartları yükselmiş, güzel sanatlar ve edebiyat gelişmiştir. Türkler Anadolu'ya mührünü vurmuş, Anadolu kültürüyle bünyesini zenginleştirmiştir.35 9. ve 10. yüzyıllarda İslamiyet, Orta Asya'daki farklı Türk grupları arasında yayılmaya başladığında, farklı sosyo-kültürel ortamlara göre farklı nitelikler kazandı. Şehirlerde yaşayan halk, kitabi İslam'ı yani Sünni Müslümanlığı benimsemişti. Ancak konar- göçer Türkler, daha çok tasavvufa dayalı mistik bir İslam anlayışını benimsemişlerdi. Bu mistik İslam, kısa sürede geleneksel inanç sistemlerinin etkisi altına girdi ve Sünni İslam'dan farklılaştı. Türk göçleriyle beraber 11. yy.’dan itibaren Anadolu'ya yayıldı. Mistik İslam yolunun merkezi, Türkmen babalarının etrafında oluştu. Anadolu'ya göç eden Türkmenlerin yaşam tarzları nedeniyle medrese çevreleriyle temasları sınırlıydı. Göçebe yaşam tarzı, kitabi İslam'ın gereksinimlerini anlama ve yerine getirme konusunda uygun değildi. Türkmen babaları, geleneksel hurafelerle karışık tasavvufun basitleştirilmiş fikirlerine yönelmiş İslam anlayışını benimsemişlerdi. Türkmenler, kadın-erkeklerin toplu olarak katıldığı, ilahi ve semahlarla dolu dinî ritüeller düzenliyorlardı. Anadolu Türkmenleri, "dede, abdal, baba" gibi unvanlar taşıyan şahısların vaazlarını dinler ve öğretilerini uygulardı. Bu kişiler genellikle "Horasan Erenleri" olarak da adlandırılıyordu.36 Eski İran geleneklerini içinde barındıran Horasan, İslamiyet'in yayılmasından sonra tasavvuf hareketinin önde gelen merkezlerinden biri haline geldi ve belki de en önemlisiydi. 35 Erman Artun, Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyatı, (Adana: Karahan Kitabevi, 2011), s.63. 36 M, Fuat Köprülü, “Baba”, İslam Ansiklopedisi. 2. Cilt. . 16 Bu sebeple, Maveraünnehir'in İslamlaşmasının ardından, bu hareketin, İslamiyet'in önceden izlediği yolları izleyerek Türkistan'a gireceği doğal bir süreçti. Gerçekten de öyle oldu. Herat, Nişabur ve Merv gibi şehirler, 3. yüzyılda mutasavvıflarla dolmaya başladığı gibi, 4. yüzyılda Buhara ve Fergana'da da şeyhlere rastlanmaya başlandı. Hatta Türkler Fergana'da, kendi şeyhlerine "Bab"(baba) adını veriyorlardı. Horasan'a gidip gelen Türkler arasında da mutasavvıflar yetişiyordu: Ünlü sûfi Ebû Sa'id Ebü'l-Hayr'ın büyük saygı duyduğu Muhammed Ma'shûk Tûsî ve Emir Ali 'Abû, saf Türk kökenliydi. İşte türlü faktörlerin etkisiyle, Türkler arasında tasavvuf hareketi gitgide güçleniyor, Semerkand, Buhara gibi şehirlere birçok derviş tarafından yeni inançlar taşınıyordu.37 Orta Asya'da Ahmed Yesevi’yle başlayan tarikat geleneği ve hikmet öğretisi; ahlaki, dini, hukuki, sosyal, edebi, birlik ve beraberlik gibi konuları ön plana çıkarmıştır. Ahmed Yesevi'nin ardından yazılan eserler, âdeta Ahmed Yesevi geleneğini sürdürmüştür. Bu geleneğin ilk örneğini Süleyman Hâkim Ata’nın "Bakırgan" kitabında görebiliriz.38 Ahmed Yesevi'nin ölümünün ardından Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen derviş-mutasavvıf Türkler, ilk olarak Yesevi tarikatının Anadolu'da yayılmasını hızlandırdılar. Bu süreçte, Anadolu'da halk eğitim-öğretim merkezleri olan tekkelerin açılmasına ve açılan tekkelerin çeşitli kollarının fethedilen her coğrafyaya ulaştırılmasında önemli rol oynadılar.39 Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatının Orta Asya'daki kurucusu Ahmed Yesevi olduğu gibi, Anadolu'da da kurucusu Yûnus Emre olarak kabul edilir. Ancak Anadolu'da eserler veren Mevlâna Celaleddin-i Rumi, Sultan Veled, Ahmed Fakih, Hacı Bektaş Veli, Âşıkpaşa, Kaygusuz Abdal, Şeyyad Hamza, Hacı Bayram Veli, Said Emre, Gülşehri, Süleyman Çelebi, Akşemseddin gibi mutasavvıf-velî şairler, aynı zamanda bu geleneğin temelini oluşturmuş ve devamını sağlamışlardır.40 Bilindiği gibi Anadolu’da; bilimsel, fikrî, dinî, tasavvufî… vb hareketlerin XIII. yüzyıldan itibaren hızla başlaması ve bu bilimsel hareketlerin odak noktasında bir yönüyle Anadolu mutasavvıfların da yer alması, Türklerin hem idari hem de bilimsel cephesinde önemli roller oynaması, ister istemez bu mutasavvıfların hayatları ve eserlerini inceleme gereğini duyurmuştur. Biz de bu noktadan hareketle, Anadolu’da yetişen alp-eren, derviş- 37 M, Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976), s. 18. 38 Abdurrahman Güzel, Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı, (Ankara: Akçağ, 2004), s. 293. 39 M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, (Ankara: Ötüken, 1980), s. 195-235. 40 Abdurrahman Güzel, Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı, (Ankara: Akçağ, 2004), s. 294. 17 mutasavvıf şairlerin, XIII. yüzyıldan günümüze kadar, her yüzyıla göre kronolojik olarak belli başlı durumlara değinmeye çalışacağız. XIII. asır Anadolu Sahası, Selçuklu Devleti’nin merkezi olan Konya; ilmî, edebî, tasavvufî düşüncenin de merkezi durumundaydı. Bu asırda, dinî-tasavvufî Türk edebiyatının mümessilleri sayabileceğimiz mutasavvıf şairler, halkın anlayabileceği bir dille Türkçe olarak veya şehirli halk için Farsça, Arapça, Farsça-Türkçe eserler vermişlerdir. Bu şahıslardan başlıcaları; Sultan Veled, Mevlâna, Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza, Hacı Bektaş Velî, Nasreddin Hoca, Yûnus Emre… vb’leridir. Bu asırda, Anadolu’da tasavvuf hayatının atmosferik bir gelişme göstermesi, bu sebeple de Tekkelerin; istilâ, isyan benzeri sosyal üzüntülere maruz kalan Anadolu insanına; ümit, aşk, huzur, teselli sunmasında, bu edebiyat mensuplarının büyük rolleri olmuştur.41 XVI. asır Anadolu Sahası, meşhur mutasavvıf şairlerinden biri de Âşık Paşâ’dır. Onun münferit şiirlerinin, zaman zaman Yûnus’un şiirleri ile karıştırıldığı görülmektedir. Fakat Âşık Paşâ’nın beşerî ilimleri çok iyi bilmekle kalmayıp, bunu eserlerine aksettirmesi suretiyle, eserleri diğerlerinden belirli boyutlara ayrılmıştır. Bu asrın diğer önemli simalarından biri olan Abdal Mûsa, Anadolu’da Ocak uyandıran, alp-eren yetiştiren büyük bir zattır. Onun önemli öğrencilerinden biri Kaygusuz Abdal’dır. O, on yedi eseri ile dinî- tasavvufî Türk edebiyatının Yûnus Emre’den sonra ikinci mutasavvıfıdır. Bu asırda yetişen, meşhur mutasavvıflarımızdan bazıları da Said Emre, Kadı Darirî, Elvan Çelebi, Eflâkî Dede… vb’leridir.42 XV. asır Anadolu Sahası, mutasavvıflarından başlıcaları; Akşemseddin, Yazıcıoğlu Mehmed, Hacı Bayram Velî, Eşrefoğlu Rûmî, Süleyman Çelebi, Emir Sultan, İbrahim Tennuri, Kemal Ümmî, Şirâzi, Rûşeni …vb’dir. 43 XVI. asır Anadolu Sahası, Osmanlı Devleti’nin kültür ve medeniyet asrı olmuştur. Zira bu asırda, bir yandan Türk dilinin en mükemmel bir şekilde gelişmesi görülürken, diğer yandan da Yavuz Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman ve oğlu II. Selim’in hem sanatkâr hem şair olarak yetişmesi dikkati çekiyordu. Bu asrın diğer hükümdar şairlerinden Âzeri sahasında yetişen Şah İsmail Hatayî de ilâve edersek, on altıncı asrı bir “Hükümdar 41 a.g.e. s.295. 42 a.g.e. s.296. 43 a.g.e. s.297. 18 Şâirleri asrı” olarak da adlandırabiliriz. Bu asrın mutasavvıfları arasında Gülşenî tarikatının kurucusu Şeyh İbrâhim Gülşeni, Melâmiyye-i Bayramiyye tarikatında, Ahmed-i Sârbân ve Halvetiyye tarikatından Vâhib Ümmî, Sinan Ümmî’nin müstesna yerleri vardır. Bunlardan başka bu asrın belli başlı simalarından; Nev’i, Surûrî, Taşlıcalı Yahya, Hakânî, Lâmi Çelebi, Ümmî Sinan, Vizeli Alaaddin, Ahmed Sarbân, Vâhib Ümmî, Bursalı Muhyiddin Üftade, Aziz Mahmud Hûdâî, İdris Muhtefî, Seyyid Seyfullah Halveti, Şah İsmail Hataî, Kul Himmet, Pir Sultan Abdal, Muhyiddin Abdal, Kalender Abdal, Askerî, Yetim Ali Çelebi, vb’nin isimlerini sayabiliriz. 44 XVII. asır Anadolu Sahası, günlük hayattan alınan birtakım konuların dinî- tasavvufî Türk edebiyatı eserlerinde de yer aldığı görülmüştür. Bu durum, ilk zamanlar biraz eleştirilmiş olsa da daha sonra normal bir süreç halinde devam etmiştir. Günlük hadiselerin dinî muhitlerde şekil alan tasavvufî eserlerde yer edinmesine, ilk önce, medreselilerden şiddetli tenkitler geldi. Böylece tekkeler ile medreseler arasındaki gerginlik bu yüzyılda daha bariz olarak ortaya çıktı. Bu asrın belli başlı mutasavvıflarını da; Adlîi Zakirî, Âdem Dede, Niyazî-i Mısrî, Derviş Osman, Zelîli, Lâmekânî Hüseyin, Âhizade Hüseyin, Fakir, Şeyhî Kul Budala, Ednâ, Akkırmanlı Nakşî, Sultan Ahmed, Kul Mustafa, Zâkirzâde Abdullah Bîçâre, Cahidi, Abdullah Nuri, Oğlanlar Şeyhi İbrahim, Elmalılı Sinan Ümmî, Sarı Abdullah-Abdî, Geda Musı, Kul Hasan, Dedemoğlu, Yeşil Abdal, Kul Nesîmi, Derviş Mehmed, Ümm’’i Sinanzâde-Hasan, Caferoğlu, Divitçizâde Mehmed Tâlib, Abdülkerim Fethi Sunullah Gaybî, Derviş Himmet, Himmetzâde Abdullah Abdî, Şeyh Mehmed Nazmî, Hasan Kenzi, Abdülhay, Abdurrahman Valî, İbrahim Nakşî vb’lerini verebiliriz.45 XVIII. asır Anadolu Sahası, aslında bir duraklama ve gerileme asrıdır. Zira bu asır Anadolu sahasında yine Türk edebiyatının divan edebiyatı kolu eskiye nispetle devam etmektedir. Özellikle bu asrın en güçlü divan şairlerinden Şeyh Galib, dinî-tasavvufî Türk edebiyatı sahasında yazdığı eserleriyle bu sahanın da güçlü bir temsilcisi olmuştur. Ayrıca Mevlâna’nın Mesnevî-i Manevîsi’nin tercümesi ile tanınan Süleyman Nahîfi’yi de bu sahanın önemli temsilcilerinden biri olarak verebiliriz. Bu yüzyılın mutasavvıflarından başlıcaları; Mahvî, Hasan Senâyi, Mehmed Nasuhi, Mehdi, Sultan Ahmed Necib, Bursalı İsmâil Hakkı, Hasan Sezâyi, Mustafa Nuzûlî, Süleyman Zâti, Neccarzâde Şeyh Rıza, Cemaleddin-i Uşşakî, Mustafa Azbi, Mehmed Salih Ulvî, Şiri, Derün Abdal, Şahi, Kul Şükrü, Kasım Dede, Derviş Ahmed Gurbi, Ahmed Mürşidi, Üsküdarlı Hâşim, Tekirdağlı 44 a.g.e. s.297. 45 a.g.e. s.298. 19 Mehmed Fahreddin, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Selâmi, Mustafa Zekâyi, Şeyh Halil Kaygulu, Mahdum Kulu, Viranî… vb.’leridir. 46 XIX. asır Anadolu Sahası, 19. yüzyıl Avrupa'ya yönelme hareketini başlangıcıdır. Çünkü bu dönemde Tanzimat hareketiyle birlikte, Batı'ya ait eserlerin Türkçe'ye çevrilmesi veya Türkçe yayımlanması önem kazanmıştır. Özellikle Tanzimat'ın 1860-1876 yılları (ikinci dönem), edebiyat alanında gelişme, yenileşme, İslâmlaşma, Türkleşme ve batılılaşma eğilimlerinin görüldüğü dönemlerdir. Bu dönemin önemli tasavvuf figürlerinden bazıları şunlardır: Kuddusî, Turâbi, İsmail Safa, Mihrabî, Vasfî-i Melâmi, Dertli, Seyrani, Ayni Baba, Keçecizade İzzet Molla, Salih Baba, Şeyhü’l İslâm Arif Hikmet, Bitlisli Müştak Baba Adile Sultan gibi isimler sayılabilir. Ancak bu dönemde büyük bir gelişme gözlenmemiş, daha çok eskiler tekrarlanmakla yetinilmiştir. 47 XX. asır Anadolu Sahası, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dönemi, her açıdan iyileşen, kalkınan, gelişen, değişen ve dünyanın her köşesindeki bilimsel gelişmeleri ülkemize getiren bir dönemdir. Eğitim-öğretimde dünya standartlarının ötesinde bir performans sergilenmiştir. Bu dönemde, Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliğinde, devletin ve milletin bölünemez bütünlüğü anlayışıyla karşılaşılan pek çok zorluğa başarıyla üstesinden gelinmiş, zaferler elde edilmiştir. Aynı zamanda, dinî-tasavvufî Türk edebiyatı alanında da başarılı eserler verilmiştir. Özellikle, Cumhuriyet'in ilanından sonra Mustafa Kemal Atatürk'ün Kur'an-ı Kerim tercüme ve tefsiri için görev verdiği Mehmed Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu alandaki çalışmaları bilinmektedir. Ayrıca, bu yüzyılın mutasavvıf şairlerinden Mihrabî, Edip Harabî, Mehmet Nuri, Âşık Molla Rahim, Yozgatlı Hüzni, Sıtkı, Derûni, Zeynel Baba, Ahmed Nâim, Ferid Kam, Ahmed Hamdi Akseki, Kemal Edip Kürkcüoğlu, Yahya Kemal gibi isimlerin ve eserlerinin Türk edebiyatındaki önemi büyüktür. 48 KARACA AHMET 2. Karaca Ahmet’in Tarihi ve Menkıbevi Kimliği Karaca Ahmet Sultan, Anadolu'nun Türkleşmesinde önemli bir rol oynamış bir şahsiyettir. Aynı zamanda hekimliğiyle de tanınmış ve halkın büyük ilgisini çekmiştir. Onun 46 a.g.e. s.299. 47 a.g.e. s.299. 48 a.g.e. s.300. 20 adı bugüne kadar gelmiş, Anadolu'nun her köşesinde tekke ve zaviyeler kurulmuş ve türbeler oluşturulmuştur. Karaca Ahmet Sultan'ın şöhreti, adının dilden dile dolaşmasıyla yayılmıştır.49 Karaca Ahmet Sultan, Moğol istilasından önce Anadolu’ya gelerek buranın fethedilip İslamlaşmasına katkı sağlayan Horasan erenlerindendir. Bir Türkmen Beyi’nin oğlu olduğu, gençliğinde psikiyatri eğitimi aldığı, Anadolu’ya gelişiyle beraber fetihlere katıldığı ve tıp alanındaki bilgisi ile bilindiği belirtilmiştir.50 “Orhan Gazi devrinde yaşadığı ve bir rivayete göre Acem diyarında bir dönem hükümdar olan Süleyman el-Horasânî’nin oğludur. 51 Saruhanoğulları döneminde, Manisa’da 773 Muharrem’in ilk günü (Miladi:1371) tanzim edilen bir vakfiyede Karacaahmet’in bir imzası (Süleyman-ı Horasani oğlu Karacaahmet…) bulunmaktadır. Buna göre, babasının adının Süleyman olduğu söylenebilir. Annesinin ismi ise Sultan Ana olarak bilinmekte ve kabri, Eşme’nin Karacaahmet köyündeki bir türbede bulunmaktadır.52 Âşık Paşaoğlu’nun “Âşık Paşaoğlu Tarihi” adlı eserinde, Karaca Ahmet Orhan Gazi zamanının dervişleri arasında gösterilmektedir.53 Gelibolulu Mustafa Âli, Künhu’l-Ahbar adlı eserinde Karaca Ahmet için, onun Acem’den soylu bir aileden geldiği ve cezbeye kapılmasından sonra Rum’a geldiğini, Akhisar’a taşındığını ve türbesinde çok sayıda hastanın şifa bulduğu mekanlardan biri olduğunu söylemiştir.54 Mecdî Mehmet Efendi, Şakaik-ı Nu’maniye adlı eserinde, babasının Acem’den olduğunu, kendisinin de orada dünyaya geldiğini ve daha sonra cezbe haliyle Rum’a geldiğini yazmaktadır. Anadolu vilayetinde Akhisar’a bağlı bir mahalleye yerleştiğini, birçok hastanın kendisine başvurduğunda iyileştiğini ve mezarının orada olduğunu belirtmektedir.55 49 Ercan Tatlı, Karaca Ahmet Sultan ve Karaca Ahmet Dergâhı, Marmara Üni. Sosyal Bilimler Enst., Y. Lisans Tezi, İstanbul, 2008, s. 16. 50 Tatlı, a.g.e., s. 17. 51 Haşim Şahin, “Karaca Ahmed”, İslam Ansiklopedisi. 24.Cilt. 52 Mehmet Yaman, Karacaahmet Sultan, (İstanbul: Karacaahmet Sultan Kültür Derneği, 2008), s. 88. 53 Âşık Paşaoğlu, Âşık Paşaoğlu Tarihi, (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1985), s. 193. 54 Mustafa Âli, Künhü’l-Ahbar, (İstanbul, 1271), s. 50. 55 Mecdî Mehmet Efendi, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, Cilt I, Neşre Hazırlayan: Abdülkadir Özcan, (İstanbul:Çağrı Yayınları, 1989), s. 33. 21 Naci Kum tarafından kaleme alınmış olan bir dizi makalede, Karaca Ahmet ile ilgili olarak hem Velayetnamedeki bilgilerden hem de onun adına bulunan makam ve türbelerden yararlanılarak, bu türbelerde çeşitli hastalıkların tedavileri ile ilgili uygulamaların gerçekleştirildiğinden bahsedilmektedir.56 Bedri Noyan, başta Hacı Bektaş Velî Velayetnamesi’nden yola çıkarak, Karaca Ahmet’in Bektaşî ulusu olduğunu pek çok yerde makamının bulunduğunu belirtmektedir.57 Kâtip Çelebi, Karaca Ahmet’in bir hükümdar oğlu olduğunu, cezbeye gelince memleketini terk ederek Anadolu’ya geldiğini, İznik, Akhisar yakınlarında yerleştiğini, Orhan Bey devrinde yaşadığını, burada öldüğünü ve mezarının da orada olduğunu belirtmektedir.58 Şemseddin Samî, Kâmusu’l-Âlâm adlı eserinde “Ahmet (Karaca): Devlet-i Âliye-i Osmaniye’nin esna-yı tesisinde zuhur eden evliyaullah zümresinden olup bilâd-ı İran’da bir hükümdar hanedanına mensup olduğu halde, cezbeye muzahir olunca terkdâr ve diyar-ı Anadolu’ya gelerek, Akhisar kurbunda bir mahalde tavattun etmiştir. Menakıb ve keramâtı meşhurdur. Hacı Bektaş Velî muasır idi. Kabri mahal-i mezkûrda ziyaretgâh-ı enamdır” diye yazmaktadır.59 Abdüllâtif Uyan “Akhisar’a yakın bir yere yerleşmiştir. Kabri Akhisar yakınında olup meşhur ziyaretgâhlardandır.” diye kaydetmiştir.60 Zuhuri Danışman, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi I” adlı eserinin “Orhan Gazi Zamanında İlim Adamları ve Tarîkat Erbabı” başlıklı kısmında “Kara Ahmet Sultan doğudan gelmiştir, Karahisar’da medfûndur” diye belirtmektedir.61 Raif Kaplanoğlu, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı eserinde, Karaca Ahmet’in Anadolu’ya ilk yerleştiği yer olarak söylenen Akhisar’ın, Sakarya’nın Pamukova ilçesi olduğunu bildirmektedir.62 56 Naci Kum, “Karaca Ahmetler Hakkında İncelemeler, Düşünceler”, Türk Folklor Araştırmaları, Sayı 237, İstanbul 1957, s. 1500-1501. 57 Bedri Noyan, Alevilik Bektaşîlik Nedir, (Ankara: 2. Baskı, 1987), s. 507-516. 58 Orhan Şaik Gökyay, Katip Çelebi’den Seçmeler, (İstanbul: Meb. Devlet Kitapları, 1968), s. 197. 59 Şemseddin Samî, Kâmusu’l-Âlâm, I, (Ankara: Kaşgar Neşriyat, 1996), s. 786. 60 Abdüllâtif Uyan, Menkıbelerle İslâm Meşhurları Ansiklopedisi, I, (İstanbul: Berekât Yayınevi, 1983), s. 289. 61 Zuhuri Danışman, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, I, (İstanbul: 1970), s. 144. 22 Abdurrahim Tufantoz’un, “Üsküdar’da Bir Selçuklu Bakiyesi: Gözcü Baba Karaca Ahmet Sultan” adlı bildirisinde, Selçuklu tarihinin yıkılış veya Osmanlı Beyliğinin kuruluş meselesinin tarihçilerce hâlâ aydınlatılamadığını savunmaktadır. Dolayısıyla, bu dönemden günümüze intikal eden tarihî kişiliklerin çoğunun hayat hikâyelerinin de net olarak bilinemediğini, Geyikli Baba, Sarı Saltık, Abdal Musa, Karaca Ahmet, Abdal Murad, Doğlu Baba, Kaygusuz Abdal, Taptuk Emre gibi şahsiyetlerin insanüstü güçlerle ve tahta kılıçlarla, Bizans’a karşı yapılan mücadelelerde mucizevi başarılar elde eden şahsiyetlerden olduğunu bildirmektedir. Bu şahsiyetlerin Osman Bey’in ve Murad Bey’in en büyük destekçileri olduğuna da yer verildiği belirtilmektedir.63 Karaca Ahmed’ in, Orhan Gazi zamanında Bizanslılar ile gerçekleşen Palekanon savaşının ardından Üsküdar’a gelerek bugün kendi ismiyle bilinen türbe ve mezarlığın olduğu mıntıkaya yerleştiği ve bu mıntıkada kurduğu tekkede birçok mürid yetiştirdiği bilinmektedir.64 Karaca Ahmed, geniş bir mürid kitlesiyle birlikte Osmanlı topraklarından ayrılmasının ardından Afyon'a yerleşmiştir. Burada, günümüzde kendi adıyla anılan bölgeye ismini veren Karaca Ahmed'in yanı sıra, Göynük'te türbesi bulunan Hasan Basri ve Yargeldi Sultan gibi arkadaşları da ona eşlik etmiştir. Karaca Ahmed'in şöhreti, bu bölgede bir beyin akıl hastası kızını tedavi etmesiyle daha da artmış ve geniş araziler kendisine vakfedilmiştir. Fakat bir zaman sonra Afyon'dan ayrılarak Saruhanoğulları'nın hüküm sürdüğü Manisa bölgesine yerleşmiştir. Karaca Ahmed'in Manisa'ya gelmesiyle ilgili rivayetler, Saruhan Bey'in Manisa ve Akhisar'ın fethiyle ilgili olduğunu belirtir, ancak bu bilgiye şüpheyle yaklaşılmalıdır. Tarihi kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla, Karaca Ahmed'in Saruhanoğulları topraklarında, bu beyliğin son hükümdarı İshak Bey zamanında yaşadığı görülmektedir. Muhtemelen Akhisar'ın son durağı olan Karaca Ahmed'in, kurduğu tekkesinde ruh hekimliği yapmış ve mürid yetiştirmiştir. Saruhanoğulları'nın vakfiyelerinde Karaca Ahmed'in adının geçtiği belgelere dayanarak, 1371-1390 yılları arasında yaşadığı ve 1390'da artık yaşamadığı anlaşılmaktadır.65 62 Raif Kaplanoğlu, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, (Bursa: Avrasya Etnografya Vakfı Yayınları, 2000). 63 Abdurrahim Tufantoz, “Üsküdar’da Bir Selçuklu Bakiyesi: Gözcü Baba Karaca Ahmet Sultan” Üsküdar Sempozyumu II, 12-13 Mart 2004, İstanbul: Üsküdar Belediyesi Yayınları, 2008. 64 Şahin, a.g.e., 374. 65 Şahin, a.g.e., 374. 23 Karaca Ahmet’in ölümü ile ilgili başka bir kaynakta rastlanan ifadeler ve belgede; Karacaahmet’in Miladi 1397 (H. 800) yılında ise hayatta olmadığı ve vefat etmiş olduğu anlaşılmaktadır. İshak Çelebi’nin vezirlerinden Murtaza Beyoğlu Hoş Kadem Paşa’nın, 800 hicri yılında tanzim ettirdiği vakfeyesindeki “Gökçeağaç denilen iki kıt’a arazinin hepsinden gelen hasılat, Eş-Şeyh Arifbillah Karacaahmet Tekkesi’nin Horoz köyünde misafirleriyle, tekkesinde oturanlara, orada inşa edilmiş merkad ve türbesine gelenlere, merkadin hizmetleriyle, gelip-gidenlere, duruma göre, yemek vermede sarfedilecek…” şeklindeki kayıttan ölümünü öğrenmekteyiz. Bu Vakfiye’de Karacaahmet Tekkesinden bahsedildiğine göre, büyük ihtimal bu tarihte yahut birkaç yıl öncesine vefat etmiştir.66 Karaca Ahmet dönemine ışık tutmuş önemli bir mutasavvıftır. Onunla ilgili bilgilere ulaşabildiğimiz önemli kaynaklardan biri de Seyyid Hüseyin Enîsî tarafından yazılan Mir’âtü’l-vefâ li vücûhi’s safâ adlı eserdir. Mir’âtü’l-vefâ, diğer adıyla Menâkıb-ı Karaca Ahmed isimli esere göre, Karaca Ahmed’in nesebi baba tarafından sahâbeden Enes b. Mâlik’e ulaşır. Karaca Ahmed’in babası Sûfî Abdullah diye meşhur olan Melik Şehâb b. Kara Arslan’dır. Karaca Ahmet’in annesinin adı ise Sâfiyye Hâtûn’dur. Sâfiye Hâtûn’ın annesi, Şeyh Mûsâ Zûlî’nin kızıdır. Eserdeki kayda göre, Karaca Ahmed, Sultan Hamza-i Asgar’ın Mardin’deki hâkimiyeti sırasında 14 Zilhicce 545 (3 Nisan 1151) tarihinde burada dünyaya gelmiş ve 96 yıl ömür sürmüştür. Bu durumda (545+96) hicrî 641, mîlâdî 1244 senesinde vefat etmiş olmaktadır.67 Karaca Ahmet ile ilgili yukarıda yer alan halk anlatıları sözlü kültür ortamında oluşmuş ve daha sonradan yazıya geçirilmiştir. Halk anlatıları sosyal şartlar, toplumun kolektif bilinciyle zaman içinde değişip farklılıklar gösterebilmektedir. Yukarıda da yer alan bilgilerde doğum yerleri, soy kütüğü, doğum ve ölüm tarihleri hakkında çeşitlilikler mevcuttur. Farklı kaynaklar ışığında Karaca Ahmet ile ilgili diğer ayrıntılar aşağıda sunulmaktadır. Haci Bektâş-i Veli’nin Vilâyet-nâme eserine göre, Karaca Ahmed, Sivrihisarlı Şeyh Nureddin’in mürididir.68 Seyyid Hüseyin Enîsî’nin Mir’âtü’l-vefâ li vücûhi’s safâ eserine göre, Karaca Ahmet önce Ebû Ca’fer Muhammed Basrî’ye mürîd olmuştur. Daha sonra 66 Yaman, a.g.e., s. 97. 67 Necdet Tosun, “Karaca Ahmed Hakkında Yeni Bir Kaynak ve Meçhul Kalmış Bilgiler”, Uluslararası Üsküdar Sempozyumu V, 2007: Cilt II, s. 324. 68 Abdülbâki Gölpınarlı, Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-i Veli “Vilâyet-nâme”, (İstanbul:İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ, 2019), s. 18. 24 Şeyh Mûsâ Zûlî’nin yanında bulunarak icazet almıştır. 69 Karaca Ahmet’in hocası da kaynaklara göre çeşitlilik göstermektedir. Karaca Ahmet Sultan Menâkıpnâmesi’ne göre ‘Karaca’ adı Karaca Ahmet Sultan’a Şeyh Mûsâ-yı Zûlî tarafından verilmiştir. Karaca Ahmet Sultan’ın ‘Karaca’ ismini alması ile ilgili menkabe, Karaca Ahmet Sultan'ın adı, menâkıbnâmeler dışındaki kaynaklarda pek geçmemektedir. Sözlü kaynakların çoğu, bu adın Hacı Bektaş Veli tarafından Karaca Ahmet Sultan'a verildiğini düşündürmektedir. Bazı sözlü kaynaklar ise, Karaca Ahmet Sultan'ın geyik sürülerine çobanlık yapması sonucunda 'Karaca' adını aldığını ifade etmektedir. Aydın'daki Karaca Ahmet Sultan için ise, 'Karcı' yani kar dağıtan biri olarak tanındığı belirtilmektedir.70 "Karaca" ten renginin ifadesinde kara renge yakın esmer anlamında kullanılabileceği gibi, özellikle geyikgillerden boynuzları küçük ve çatallı bir hayvan adının lakap olarak kendisine verilmesi şeklinde de düşünülebilir. Karaca Ahmed’in, araştırmamıza konu olan zaviyenin bulunduğu köyde çiftçilik yaptığından, iki geyik koştuğundan bahsedilmektedir. Anadolu'nun pek çok yerinde Karaca Ahmed dışında, Karaca lakaplı Bektaşi evliyalarının varlığı ve Hacı Bektaş Müzesi'nde bulunan bir resimde Hacı Bektaş-ı Veli’nin kucağında bir “karaca”nın yer alması, karaca ve geyik kavramlarının Türk mitolojisinde hem İslamiyet öncesi hem de sonraki dönemlerde bolluk, bereket, iyilik ve güzellik sembolü olarak kullanılmasına bağlanabilir. Böylece "karaca" çevresine bolluk, bereket, iyilik veren insan anlamını da taşıyabilmektedir. Bu arada "karaca" adının, Karaca Ahmed’in bağlı olduğu boydan gelebileceği fikrini, çoğu tekke ve zaviye şeyhinin bir aşiret reisi olduğu gibi Karaca Ahmed’in de Karaca boyunun temsilcisi olduğu düşüncesini akıldan uzak tutmamak gerekir. Kazak Türklerinin Ahmed Yesevi için büyük, ulu anlamında “Kara Ahmed” tabirini kullanmış olmaları da ayrıca ilgi çekicidir. Belki de Karaca Ahmed ismi aynı zamanda Ahmed Yesevi’ye bağlılığın ve onun gibi ulu bir kişi olmanın işaretidir. Ayrıca Karaca Ahmed’in savaşçı özelliği dikkate alınarak, Oğuzname’de aşırı erlik gösterenlere “Karalar Karası” unvanı verildiği de hatırdan uzak tutulmalıdır.71 Karaca lakabıyla da ilgili gerek sözlü ve gerek yazılı kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır. 69 Tosun, a.g.e. s. 324. 70 Hüseyin Özcan, C. Sezen Gönenç, “Yazılı ve Sözlü Ortamlardaki Karaca Ahmet Sultan Menkabelerinin Karşılaştırılması”, Turkish Studies 2015: Volume 10/4, 71 Alev Çakmakoğlu Kuru, “Ankara, Polatlı Karacaahmet Köyünde Karaca Ahmed Zaviyesi”, Bilig, Güz/2005, sayı 35, s.51-52. 25 "Alevî" terimi, İslam kültür tarihinde Hz. Ali soyundan gelenleri ifade eder. Bu terim, siyasi, tasavvufi ve itikadi anlamlarda kullanılır. Hz. Ali'nin soyundan gelenlere, oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed b. Hanefiyye, Ömer ve Abbas vasıtasıyla gelenlere "Alevî" denir.”72 Alevilik mezhebinde yapılan ibadetlere “cem” adı verilmektedir. Cem ibadeti gerçekleştirilirken farklı hizmetler ve kişiler yer almaktadır. Cem’de on iki hizmet bulunmaktadır. Bunlar: Mürşid (Dede), Rehber, Gözcü, Çerağcı (Delilci), Zakir (Aşık), Süpürgeci (Ferraş), Meydancı, Niyazci, Ibrikci, Kapıcı, Peyikçi ve Sakacı’dır. Karaca Ahmet yukarıda yer alan on iki görevden biri olan gözcülük vazifesine haizdir.73 Hacı Bektâş-ı Veli’nin Vilâyet-nâme eserine göre Karaca Ahmet Anadolu Erenleri’nin gözcüsüdür. 74 Cemde “gözcünün görevi; meydandaki Canlara bakmak, edepli ve dürüst davranmalarını sağlamak olarak tanımlanmaktadır. Köye gelen olduğunda; onu köy odasında barındırma ve eğlendirme görevini üstlenen kişiye bilgi verip karşılanması için köyün etrafını gözleyen kişilere, dışarı gözcüsü denilmektedir. Bir de cemde bulunan içeri gözcüsü bulunmaktadır”.75 Karaca Ahmet’in gözcülük görevini üstlendiğini gerek tarihi kayıtlar gerekse menakıpnameler bizlere aktarmaktadır. Bu görev, Alevi ve Bektaşi inancına sahip insanlar için önemli bir yere sahiptir. Karaca Ahmet, gözcülük vazifesiyle geçmişten günümüze insanların saygısını ve sevgisini kazanmıştır. İnsanlar çeşitli yerlerde bulunan türbelerine, dergâhlarına giderek onun kerametinden faydalanmayı istemektedirler. Karaca Ahmet’in gözcülük vazifesi onun adına yazılan eserlere ve şiirlere de yansımıştır. Bunlardan birkaçına örnek vermek gerekirse: KARACAAHMET GÖZCÜMÜZ Bugün pir bize geldi Gülleri tazeledi Önü sıra Kanber’le 72 Ahmet Yaşar Ocak, “Alevî” İslam Ansiklopedisi. 2.Cilt. 73 Karacaahmet Sultan 74 Gölpınarlı, a.g.e. s. 18. 75 Mehmet Yaman, Karaca Ahmet Hazretleri, s. 133. https://karacaahmet.org.tr/kutuphane-detay/6/alevilikte-12-hizmet 26 Ali Mürteza geldi Pir dediler Ali’ye Hacı Bektaş Veli’ye Hacı Bektaş tacını Verdi Kızıl Deli’ye Kızıl Deli tacımız Şah Ahmet mi’racımız KARACAAHMET gözcümüz Yalınacak duacımız KUL HİMMET üstadımız Bunda yoktur yadımız Şah-ı Merdan aşkına Hak vere muradımız (Kul Himmet, 16.yüzyıl)76 GÖZCÜ KARACAAHMET BİZİM NESLİMİZ Eğer sofu aslımızı sorarsan Gözcü KARACAAHMET bizim neslimiz Zahirini, batınını ararsan Kutb-ı alem Hacı Bektaş neslimiz Bektaş Veli verdi bize dest-ü demanı Anı bilmeyenin yoktur imanı Kendine bend etti cümle cihanı Aliyyül-Mürteza bizim neslimiz. Kırklar meydanında postumuz vardır Ali’yi sevmeyene kastımız vardır Kırkların meydanı bir ulu şardır Kırklardan ayrılır bizim neslimiz 76 Mehmet Yaman, a.g.e., s.179. 27 İstanbul’dan mermer taşını atan Arapgir dağında mekânın tutan Sıdk ile çağranın carına yeten HIDIR ABDAL SULTAN bizim neslimiz Muhammed’dir şeriate hükmeden Ali’dir küffara gaza’ya giden Yemen ellerinde deveyi güden Veysel Karani’dir bizim neslimiz. Kulak verip dinle çıkan sedama Ve lekad kerremna beni-Ademe Doğar nuru, şule verir aleme Muhammed Mustafa bizim neslimiz. Elif Be’ye İmamlar’ın ikrarı Fatımatüzzehra Ali’nin yarı GURBETİ’nin piri Bektaş-ı Veli Ezel (beli) demiş bizim neslimiz.”77 SENİN ŞANIN KALDIRMAKTIR DÜŞKÜNÜ Ne yaman müşküle düştü halimiz Yetiş Hıdır Abdal Gözcü Karahmed Gözümden akıttım kanlı yaşları Yetiş Hıdır Abdal Gözcü Karahmed İstanbul’dan mermer taşın atansın Car deyince carımıza yetensin Kusurum çok ise sen affedesin Yetiş Hıdır Abdal Gözcü Karahmed 77 Mehmet Yaman, a.g.e., s. 181. 28 Bir yandan geliyor gam ile firak Şad olsam dedikçe basıyor merak Bir taraftan uyar ürüşan çırak Yetiş Hıdır Abdal Gözcü Karahmed Yine sizden ola bize bir himmet Muhammed aşkına eyleyin imdad Muratlar verici eleman mürvet Yetiş Hıdır Abdal Gözcü Karahmed Nasib kısmet kesilmiş mi bilemem Didelerim kanlı doldu silemem Ağlamışım takatım yok gülemem Yetiş Hıdır Abdal Gözcü Karahmed MEHEMMEDİM düştün ah ile zara Var mı benim gibi bir bahtı kara Yine erenlerden ola bir çare Yetiş Hıdır Abdal Gözcü Karahmed”78 Karaca Ahmet’in gözcülük faaliyetini yürüttüğüne ilk olarak Vilâyet-nâme adlı eserde rastlanılmaktadır. Menakıpnameye göre Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, Rûm ülkesine yaklaşınca mâna aleminden Rûm erenlerine, esselâmü aleyküm Rûm’daki erenler ve kardeşler diye selâm verdiği, bu sırada Rûm ereninin, sohbette, mecliste olduğu ve Rûm’un gözcüsün de Karaca Ahmed olduğu bildirilmektedir. Abdülbâki Gölpınarlı’nın Manâkıb-ı Hünkâr Haci Bektâş-i Veli “Vilâyet-nâme” adlı eserinde Karaca Ahmet ve Hacı Bektaş arasında geçen olaylar şöyle aktarılmaktadır: 78 Mehmet Yaman, a.g.e., s. 182. *Senin Şanın Kaldırmaktır Düşkünü başlıklı şiir için önemli bir ayrıntıya dikkat çekmek gerekir. Mehmet Yaman eserinde bu şiir için şöyle bir not almaktadır: Kemaliye’nin Ocak Köyünden ve Hıdır Abdal Sultan soyundan, dedem Yamakzade Hoca Mehmed Efendinin H. 1290 yıllarında derlediği ve Gerçekler Gazetesi Özel Kitaplığında bulunan eski elyazması cönk’ten alınmıştır (M.Y.). 29 “Hünkâr’ın verdiği selâm, Fâtıma Bacı’ya malûm oldu. Bu kadın Sivrihisar’da, Seyyid Nureddin’in kızıydı, henüz evlenmemişti, meclisteki erenlere yemek pişirmekteydi. Karaca Ahmed de Seyyid Nureddin’in müridiydi. Fâtıma Bacı, ayağa kalkıp Hünkârın bulunduğu tarafa döndü, elini göğsüne koydu, üç kere aleykümesselâm dedi, yerine oturdu. Meclistekiler, bu hali görünce, kimin selâmını aldın dediler. Fâtıma Bacı, Rûm ülkesine bir er geliyor, siz erenlere selâm verdi, onun selâmını alıyoruz dedi. Erenler, dediğin er, nerden geliyor dediler. Fâtıma Bacı, kendisi dedi, Horasan erenlerinden, fakat şimdi Beyt-Allah tarafından geliyor. Erenler, ne yapmalı ki dediler, Rûm ülkesine girmesin. Rûm ülkesine gelirse ülkeyi o er alır, halkı kendisine muhib eder, artık Rûm’da bize oyun kalmaz. Bir şey yapalım da Rûm ülkesine sokmayalım. Bazısı, kanat kanata gerelim, arş altında Sidre’ye dek yolu keselim, Rûm’a girmesin dedi. Hepsi, bu tedbiri uygun buldu, vilâyet kanatlarını birbirine çattılar, yol bağladılar. Hacı Bektaş-ı Velî, Rûm sınırına varınca yolun bağlanmış olduğunu gördü, Bismillâh ve billâh dedi, vilâyetle bir sıçradı, ulu arşın tavanına yetişti. Melekler, elifi tâcille karşıladılar, merhaba dediler, safa geldin ey Peygamberin evlâdı Hacı Bektâş-ı Velî. Hünkâr, ordan bir güvercin şekline girdi, uçarak doğruca Sulucakarahöyük’e indi, bir taşın üstüne kondu. Mübarek ayakları, hamura gömülür gibi taşa gömüldü. Rûm erenlerine bir heybettir düştü, o erin ülkeye girdiğini anladılar, yolunu bağlayamadık dediler. Karaca Ahmed’e, sen dediler, Rûm ülkesinin gözcüsüsün, bir bak bakalım, ülkeye girmiş mi? Karaca Ahmed, bir müddet murakabeye vardı, sonra başını kaldırdı, Rûm ülkesini baştan başa gözden geçirdim, her mahlûk, eşiyle oturmada; yanlız Sulucakarahöyük’de güvercin şekline girmiş bir er var, yalnız oturuyor; onu görünce içime bir dehşet düştü, olsa olsa odur dedi. Rûm erenleri, birisi doğan şekline girse de gidip onu avlasaydı. İçlerinde, Bâyezîd Sultan’ın halifelerinden Hacı Doğrul adında birisi vardı, Irak’dan Rûm ülkesine gelmişti. Ayağa kalkıp izninizle dedi, ben gideyim. Hemen doğan şekline girip uçtu. Gördü ki Sulucakarahöyük’de, bir taş üstünde bir güvercin var. Olanca heybetiyle süzülüp üstüne inerken Hacı Bektaş insan şekline girdi, elini uzattı, doğanı tutup öylesine sıktı ki Hacı Doğrul’un aklı başından gitti. Hünkâr, elinden bırakınca bir zaman yattı, aklı başına gelince kalktı, gördü ki Hünkârın yanında. Hemen ayağa kalkıp peymançe 30 durdu, özür diledi. Sonra Hünkârın eline ayağına düştü, kem bizden, kerem sizden dedi. Hünkâr, ey Doğrul dedi, er, erin üstüne böyle gelmez siz, bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum kılığında; eğer güvercinden daha mazlum bir mahlûk bulsaydık onun şeklinde gelirdik. Hacı Doğrul’un kisvesini tekbir edip başına giydirdi. Hacı Doğrul, Hünkârım dedi, bizden ve soyumuzdan ne kadar dişi ve erkek olursa hepsi de size ve size uyanlara nezrimiz olsun. Hacı Bektaş, Hacı Doğrul dedi, şimdi dön, geldiğin meclise var, erenlere gördüğünü anlat, onları buraya çağır, hepsine selâm söyle, sonra da onlarla beraber tekrar yanımıza gel. Hacı Doğrul, kalkıp Rûm erenlerinin yanına vardı, işi anlattı ve onları dâvet ettiğini söyledi. Elli yedi bin Rûm ereni, ne diye ayağına gidecekmişiz dediler, sözünü tutmadılar. Hepsi, yer yerine gitti. Bu hal, Hacı Bektaş’a malûm oldu. Oturduğu yerden bir üfürdü, çırağları dinlendi, üç gün, bir rivayette kırk gün çırağlarını uyaramadılar. Aynı zamanda parmağıyla bir işaret etti, altlarından seccadeleri kayboldu. Sonucu, bir yere toplanıp Hünkârın yanına gitmeyi kararlaştırdılar. Huzuruna varıp elini öptüler, gördüler ki seccadeleri, kendi topluluklarında nasıl serilmişse aynı tertibe göre Hünkâr’ın huzurunda serilmiş. Her biri, kendi seccadesine oturdu. Özür dilediler ve konuşmaya başladılar. Hünkârdan, soyunu, mürşidini, kimden nasip aldığını, nereden geldiğini sordular. Hünkâr, Horasan erenlerindenim dedi. Aslım Muhammed soyundan; Türkistan’dan geliyorum; İbrahîm-al-Sânî, diye tanınan Seyyid Muhammed’in oğluyum. Seyyid Muhammed, Mûsâ-l- Sânî, o, İbrahîm Mucâb oğludur, onun babası da İmâm Mûsa-l-Kâzım’dır. Mürşidim doksan dokuz bin Türkistan Pîrlerinin ulusu Sultan Hâce Ahmed-i Yesevî’dir. Meşrebim, Muhammed Ali’dendir, nasibim Tanrı’dandır. Hünkâr, bu sözleri söyleyince erenler, delil istediler. Hünkâr, Ahmed-i Yesevî’nin verdiği icazet-nameyi çıkarmak isterken bir de baktılar ki gökyüzünden duman gibi bir şey inmede. İne ine Hünkârın önüne geldi. Bu, bir yeşil fermandı. Yeşil sahife üstüne ak yazıyla besmeleden sonra icazeti yazılıydı. Okuyup anladılar, hiçbir şüpheleri kalmadı. Hepsi kalkıp birer birer Hünkârın önüne geldiler. Hünkâr, başlarındaki kisveleri tekbir etti, onlara, tevellâ telkin eyledi. Böylece Rûm ülkesine tevellâyı, Hünkâr getirdi. Rûm erenleri, Hünkâr’a müridlerinden onar mürid verdiler. Hünkâr’ın adını Ihtırımcı koydular. Hünkâr, bütün tavlalardan boşanan, bizim tavlamızda eğlensin, fakat 31 bizim tavlamızdan boşanana hiçbir yerde eğlenecek yer bulunmasın kaşınacak tırnak dahi bulunmasın dedi. Rûm erenleri, makamlarına gitmek için izin istediler. Hünkâr, her birine bir nasip sundu. Karaca Ahmed’e, Sultan Hâce Ahmed-i Yesevî, bize bir dev vermişti. O vakitten beri bize hizmet eder, onu, sana armağan verdik, artık size hizmet etsin, ölümünüzden sonra da mezar beklesin dedi. Erenler, izin alıp makamlarına gittiler. 79 Karaca Ahmet’in gözcülük faaliyetini anlatan bir başka kaynak ise Mir’âtü’l-vefâ li vücûhi’s safâ adlı eserdir. Esere göre Şeyh Mûsa Zûlî bir gün Mardin’de mürîdleriyle birlikteyken “Rum’da (Anadolu’da) evliyadan kim var acaba?” diye Karaca Ahmed’e sordu. Karaca Ahmed bir süre tefekküre daldı, sonra “Bilinmedik bir kimsem yok, ancak bir öyük üzerinde bir güvercin var, onu tanıyamadım” söyleyince o bir doğan şekline girip uçmuş, Rum vilâyetine varıp o güvercini görmüş, yakalamak isteyince güvercin bir tavşancıla dönüşmüş ve doğanın kanadını kırmış. Kolu kırık olarak Mardin’e dönen Hacı Tuğrul Baba’yı Mûsâ Zûlî karşılamış ve Karaca Ahmed’e o kolu sıvayarak iyileştirmesini söylemiş. Karaca Ahmed! Rûm’da (Anadolu’da) bulunan insanlar senin sıvamanla şifâ bulsun” diyerek onu Anadolu’ya göndermiş.” 80 Vilâyet-nâme ve Mir’âtü’l-vefâ li vücûhi’s safâ adlı eserlerde Karaca Ahmet’in gözcülük faaliyeti yürüttüğü belirtilmektedir. Metinlerde farklı motiflerle karşılaşılmakla birlikte aynı zamanda Karaca Ahmet’in gözcülük göreviyle beraber müridleri tarafından sayılan bir isim olduğu dikkat çekmektedir. Karaca Ahmet, dönemine gözcülük faaliyeti kadar halk hekimi kimliğiyle de damga vurmuştur. Karaca Ahmet’in akıl hastalarını tedavi ettiğine dair pek çok rivayet anlatılagelmektedir. Anadolu’nun pek çok yerinde makamı bulunan Karaca Ahmet’in türbeleri bugün çocuk sahibi olmak, evlenmek, hastalıkların iyileşmesi, iş sahibi olmak vs. gibi amaçlarla ziyaret edilmekteyken, kendisinin yaşadığı dönemde daha çok akıl hastalarının yakınları tarafından hastalarını tedavi amacıyla ziyaret edilmekteydi. Karaca Ahmet’in hekimliğine dair şimdiye kadar halkın hafızasında taze kalan şu efsane dikkat çekicidir: 79 Abdulbaki Gölpınarlı, a.g.e., s.18-20. 80 Mehmet Tosun, a.g.e., s.325. 32 “Karacaahmet Horasandan harp üzerine gelmiş, Karahisar’dan Tez Hüyük yakınında oturmuş, orada bir adam varmış, köyde yaşayan bu adam, kâhyasına “git gör, bakalım şu karşıda çadır kuran yörük mü? Nedir? Hayvanları falan da var öğren, kimlermiş? Görelim” demiş. Kâhya gitmiş. Mevsim bahar. Bir su kenarındaki kafilenin reisinin söğüt ağacından elma kopardığını görmüş. Bu Karacaahmet’tir, davet eder. O da: Adama boş gidilmez diyerek bir mendil elma doldurmuş. Adamın yanına birlikte gitmişler. Adam önce hallerinden ürkmüş, efsun ve sihir sanarak elmaları kabul etmek istememiş. Hatta Karacaahmet’e hakarete hazırlanırken adamın yanında oturan ve çoktan beri ruhani hasta olan, feryat ve figan içinde ağlayan, çırpınan kızı, Karacaahmet’i görünce birden susmuş. Sükûnet bulmuş. Bey, Karacaahmet’e hayretle bakarak nereli olduğunu sormuş. Horasan erlerinden diye cevap almış, kızına bir nefes ve himmet rica etmiş Karacaahmet kızı sığayarak ona bir şeyler okumuş, söylemiş, beyin konağında birkaç gün misafir kalarak kızı tedavi etmiş. Biricik kızı iyi olduktan sonra beyin keyfine son yok, ebedi minnet ve şükran mestisi içinde, sevincinden bu meçhul hekime ne yapacağını şaşırıyor ve bu hizmete mükâfat olarak: “Develerin ve sığırların arazimizde serbestçe yayılsın, akşama kadar, istedikleri yerde dolaşsınlar. Nereye kadar gidebilirse, oradan sınır kesilsin. O yerler senin ve evlâtlarının olsun.” diyerek birçok araziyi Karacaahmet’e terk ediyor. O da Akhisar veya Kağnıcı çiftliği denilen 7 haneden ibaret köye yani, şimdiki Karacaahmet köyüne evlât ve tevabii ile yerleşiyor ve yerli köylülerle kaynaşıyor.” 81 Karaca Ahmet’in Üsküdar’daki türbesinin olduğu yerde gerçekleştiği varsayılan başka bir rivayette ise: “Halk, dört köşeden akın akın gelir olmuş o yüce sultanın kapısına. İşte yine böyle bir günde, çağın tanınmış ve sevilen büyük adamlarından biri ansızın hastalanmış, gözleri de birdenbire görmez olmuş, sönmüş. Ün yapmış doktorlardan kim gelmişse, bu adamın derdine bir çare bulamamışlar. Artan umutsuzlukların yanı sıra başka çareler de aranmaya başlanmış sonunda ileri gelenler: ---- At sırtında Horasandan gelen şu dervişi de deneyelim. Derler. Adam gönderirler. Gerçekte bundan haberdar olan ve çağrılmasını bekleyen Karaca Ahmed gelir hastanın yanına ona okur, üfler, dua eder. Vereceği ilacı verip hasta sahiplerine: 81 Edip Âlî Baki, Eski bir Türk halk hekimi: Karacaahmet ve delileri tedavi yurdu, (İstanbul: Millî Mecmua Basımevi, 1947), s. 8-9. 33 ---- “Bir hafta içinde hastanızın gözleri açılacak üzülmeyin” der. Gerçekten bir haftaya kalmadan adamın gözleri görmeye başlar. Karaca Ahmed’in yüceliğini ve kerametini anlayan bu devlet adamı: --- “Ey Karaca Ahmed! Ey yüce sultan atının dolaşacağı her yer senin olsun.” der. Atına binen Karaca Ahmed Sultan, geniş bir arazi üzerinde dolaşır; adı ve şanı gibi büyük toprakların sahibi olur. Şimdiki türbesi de Üsküdar’da, işte onun atının dolaştığı topraklar üzerinde bulunuyor.” 82 Halk dilinde, Karacaahmed’in hekimliğini tevsik eden bir de ilâhi var. Kendine has bir beste ile okunan bir ilâhi her sabah ezanında ve ramazan gecelerinde, sair kandil günlerinde Karacaahmet camisinin minaresinde okunurdu. Hassatan, ilk mısralar, kimbilir, bu Türk’ün merkadi üzerine kaç asır mağrur ve şerefli akisler bıraktı. Karacaahmet ilâhisi Karacaahmet ulu velî, Akıllanır gelen deli. Karşısında hayranbalı, Sultan Karacaahmet sultan Eşref oğlu, kâmil insan, Türbesinin önü yazı (Kırova) Etrafı hep koyun kuzu Yetişinci Bayram gazi Sultan Karacaahmet sultan Oğlu Eşref, kâmil insan Türbesinin önü ahlât Ahlât değil o bir hikmet 82 Tatlı, a.g.e., s. 28. 34 İmdad eyle Karacaahmet. Sultan Karacaahmet sultan Eşref oğlu, kâmil insan. Dervişleri giyer aba, Anlar gezer tekke türbe, Karşısında gözcü baba Sultan Karacaahmet sultan Eşref oğlu, kâmil insan, Manisa’nın Horoz köyündeki Karacaahmet türbesinde kaybolduğu iddia edilen bir levhada yazılı olan Karacaahmet methiyesinde şu beyit, Karacaahmet’in devrindeki şöhret ve kudretini açık bir şekilde göstermektedir: Evliya çok, bu cihan halt değil, velî Arada ben gibidir, Karacaahmet sultan Karacaahmet’in kurduğu tedavi ocağına, altı yedi asır Anadolu’nun her tarafından kadın, erkek, büyük, küçük her yaştan akıl hastalarının geldiği bildirilmektedir.83 Edip Âlî Baki, Eski bir Türk halk hekimi: Karacaahmet ve delileri tedavi yurdu adlı eserinde Karaca Ahmet’in gelen hastaları nasıl tedavi ettiğine dair şunlar aktarılmaktadır: Karacaahmet köyüne hastaların ekseriya elleri kolları, ayakları bağlı olarak arabayla getirildiği bildirilmektedir. Hastaların Karacaahmet evlâtlarından birinin evinde indirildiği ve eğer hasta bağırıp çağırıyorsa, üstünü başını yırtıyorsa, gürültü çıkarıyorsa dahi bu bizim hastamızdır diyerek kabul edildiği bildirilmektedir. Hastanın sar’alı olması bunaklık alâmeti göstermesi ve sükûnet hali durumunda hastanın kabul edilmediği ve ısrarla hatır için birkaç gün bırakılsalar bile sahiplerine tedavi edilmeden iade edildiği anlatılmaktadır. Tedavi amacıyla tekkeye hasta kabul edildiğinde öncelikle Karacaahmet ve Eşref Sultan’ın ve onların evlât ve tevabiinden kırka yakın mezarı ihtiva eden tekkenin bir köşesinde gündüz tomruğa çekilerek, bütün geceyi karanlık ve korkunç geniş kubbeli yerde 83 Baki, a.g.e., s. 9-10. 35 yalnız başına geçirdiği anlatılmaktadır. Burada belirtilen tomruk, bir nevi sabit falaka, iki kalın ve sağlam kirişten ibaret, alt kiriş yerde çakılı üst kiriş altındakine demirle çaprazlanmış, her ikisinde de küçüklü büyüklü olmak üzere üç adet yarımşar yuvarlak deliğe sahip ve hastanın ayaklarının topuk kalınlığına göre bu deliklerden birine sokulduğu ve üst kirişinin kapatılarak hastanın kontrol altına alındığı bir tedavi gerecidir. Deli olduğu düşünülen hastanın eli yetişemeyecek kadar uzun tomrukta sabaha kadar ayaklarından böylece, sıkıca bağlı olarak bırakıldığı ve sabahleyin de iki kadın gelerek hastanın etrafını temizlediği ve nöbetçi tedavicinin evine götürülerek istirahat ettirildiği anlatılmaktadır. Eğer hasta iyileşmişse hasta aklım başıma geldi diyerek iyileştiğini izhar etmekte eğer iyi olmamış ise hususî bir oda kış haline göre bazen da ahırda bir köşede ocağa gübre falan atarak yeniden tomruğa çekildiği bildirilmektedir. Hastanın tedavi müddetince, tedaviciden başka kimse ile görüşülmediği, sıkı bir perhize tâbi tutulduğu, tuzsuz ekmek ve hafif sebze yemekleri verildiği, et ve ağır yemekler verilmediği hatta, su, ekmek, ateş isterse dahi ev sahibinin karısının veya çocuklarının acıyarak, müdahale etmediği ifade edilmektedir. Hasta bu hal ve vaziyette iken her gün tedavici birtakım sualler ile hastasını imtihan ettiği anlatılmaktadır. “Nerelisin, niçin hasta oldun, baban annen var mı? vs.” gibi sorularla verilen cevaplardan hastanın iyileştiği veya iyiliğe yüz tuttuğu anlaşılmaktadır. Hastada ümit başlayınca zayıflayan yorulan ayakları tomruktan çıkarılmaktadır. Tedavicinin izni ile gündüzleri evin avlusunda biraz gezdirilmektedir. Işık ve hava aldırılmaktadır. Akşam yine tomruğa çekilmektedir. Karaca Ahmed’in vaktiyle üzerinde oturup dinlendiği yumuşak bir kayadan getirilen taş parçaları döğülerek toprak haline konur. Bir bardak içerisine atılır, buna “Cüher” denir, süzüldükten sonra bu su hastaya içirilir. Hasta lüzumuna göre caminin önündeki kuyudan çıkarılan su ile yıkanılır. Hastanın âzamî misafirliği kırk gün devam eder, hasta iyi olduğu vakit, eğer adamları alıp götürmeğe gelmezse bir nevi nekahat devrinde bağa, çife çubuğa götürülür ve hafif hizmetler yaptırılır. Bu suretle hastanın kat’î tedavisi anlaşılmış olur. Kadın hastaların tedavisi Karaca Ahmed’in kız torunları tarafından aynı şekilde icra edilir. Hasta iyi olduktan sonra, yalnız başına bırakıldığı oda veya ahırdan çıkar, ev sahibinin yanında misafir olarak yatar. Hasta seçilerek alındığı için tedavi hemen hemen kat’î netice verir. 36 Bütün hizmetler Karaca Ahmed’in torunları tarafından nöbetle ve vazife olarak yapılırdı, hiçbir suretle ve hiçbir bahane ile para almazlardı. Devlette bu hizmetlere mukabil her türlü vergiden, aşardan ve her çeşit tekâliften, hatta askerlikten bile affetmek suretiyle hizmetlerini mükâfatlandırır, hiçbir köye nasip olmayan devlet himayesiyle çalışmalarını teşvik ve tergip ederdi. Her şeyden affedilmiş olan köylülerin ziraat ve koyunculuğu kuvvetli ve hepsinin hal ve vakti iyi olduğundan tam eski Türk misafirperverliğini de hak ile ifa ederlerdi. Tedaviciler, ekseriya hastanın kaç günde iyi olabileceğini tahmin ederler. Hasta sahibine ne vakit görmeğe geleceğini haber verirlerdi. Gelip hastasının iyi olduğunu, şifa bulduğunu görünce hasta sahibi kurban keser. Zengin ise ve isterse bazı ufak tefek hediye yapar. Hastasını alarak haz içinde Karacaahmet ocağından, bu sessiz ve mütevazi şifa yurdundan ayrılır giderlerdi.84 Karaca Ahmet’in gözcülük ve halk hekimi kimliğine ait rivayetlere ek olarak Afyon civarında yer alan “Olucak Çeşmesi” olarak adlandırılan çeşmenin hikayesi de halk arasında bilinen ve anlatılagelen bir rivayettir. Dönemin büyük âlimi müderris Seyyid Nureddin’in yanında Sivrihisar’da tahsil gören Karaca Ahmet, Hacı Bektaş dergâhında okul arkadaşları Seyyid Hasan Basri (İscehisar-Seydiler köyüne medfun), Yârgeldi Sultan (Göynük köyünde medfun) ve Hayran Balı Sultan (Kayıören köyünde medfun) la birlikte tarikat süzgecinden geçerek fütüvvetnâme almıştır. Bir rivâyete göre; adı geçen bu dört arkadaş Afyon kalesi civarında dolaşırken çok susar, fakat su bulamazlar. Karaca Ahmet Sultan elindeki asayı, “Burada su olacak” diye toprağa vurunca vurduğu yerden gürül gürül su akmaya başlar. Akan sudan kana kana içerek abdest alıp ikişer rekât namaz kılarlar. Daha sonra bu su için yapılan çeşmeye “Olucak Çeşmesi” adı verilmiştir.85 84 Baki, a.g.e., s. 10-13. 85 https://www.afyonturkeligazetesi.com/yazarlar/ahmet-kaplan/karacaahmet-sultan-ve-olucak-cesmesi/4125/ 37 3. ZİYARET KÜLTÜRÜ AÇISINDAN KARACA AHMET DERGÂHI 3.1. Karaca Ahmet Dergâhının Yeri Karaca Ahmet Sultan, Hacı Bektaş Veli’nin yanında abdallık görevi yapmıştır. Üsküdar ilçesinde bulunan Gündoğumu Caddesi ile Nuhkuyusu Caddesi’nin birleştiği köşede “Karacaahmet Sultan Dergâhı” türbesi bulunmaktadır. Karaca Ahmet türbesi Kanuni Sultan Süleyman’ın Bektaşi tarikatına mensup eşi Gülfem Hatun tarafından yaptırılmıştır.86 Karaca Ahmet Dergâhının bulunduğu alan (Çiçekçi, Bağlarbaşı, İbrahimağa) 1481 yılında Padişah II. Beyazıd tarafından Karaca Ahmet Sultan Bektaşi Vakfına bağışlanmıştır.87 86https://www.google.com.tr/maps/dir//Zeynep+Kamil,+G%C3%BCndo%C4%9Fumu+Cd.+No:117,+34668+ %C3%9Csk%C3%BCdar%2F%C4%B0stanbul/@41.0131879,28.9378544,12z/data=!3m1!4b1!4m8!4m7!1m0 !1m5!1m1!1s0x14cab90bd4b41a13:0xdd7dcbf61e136610!2m2!1d29.020188!2d41.0132079?entry=ttu 87 https://tr.wikipedia.org/wiki/Karaca_Ahmet 38 88 Resim 1. Karaca Ahmet Dergâhı Girişi. 89 Resim 2. Karaca Ahmet’in Atının Türbesi Fotoğrafı. 3.2. Karaca Ahmet Dergâhının Anket Sonuçlarının Derlenmesi Tez çalışması, İstanbul Karaca Ahmet Dergâhı kapsamında 50 kişilik örneklemle gerçekleştirilmiştir. Çalışmaya dahil olan katılımcılar; cinsiyet, yaş, medeni durum, yaşadıkları yer, gelir düzeyleri ve eğitim düzeyleri olmak üzere 6 farklı demografik özellik üzerinden değerlendirilmiştir. Çalışmamızda anket sonuçlarını doğru derlemek adına katılan her kaynak kişinin ses kaydı alınmıştır. Elde edilen sonuçlar grafikler halinde sunulmuştur. 88 Resim 1 Karaca Ahmet Dergâhı girişi. (Gaye Nur Süzergöz özel arşivine aittir.) 89 Resim 2 Karaca Ahmet’in atının türbesi fotoğrafı. (Gaye Nur Süzergöz özel arşivine aittir.) 39 3.2.1. Katılımcıları Cinsiyet Dağılımı ve Yaş Aralığı Örneklemimizin %60’ını 30 kişi ile erkeklerin ve %40’ını 20 kişi ile kadınların oluşturduğu Grafik 1’de görülmektedir. Ankette Karaca Ahmet Dergâhını ziyaret eden kişilerin ağırlıklı olarak erkekler olduğu görülmektedir. Yaptığımız gözlemler sonucunda türbeyi ziyaret etmek başlıca bir neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer önemli bir neden, ölen bir kişinin ardından ölen kişinin yakını olan Alevi vatandaşların yüzyıllardır süregelen bir geleneği olarak Dergâhta yemek vermesidir. Bu yemeğe katılanların erkek ağırlıklı olması anketimize katılım oranını erkekler lehinde etkilemiştir. Anket çalışması gerçekleş