T.C. İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ LİSANSÜSTÜ EĞİTİM FAKÜLTESİ KÜLTÜREL EKOLOJİ VE EKOLOJİK KÜLTÜR ÜZERİNE BİR İNCELEME YÜKSEK LİSANS TEZİ ELİF GÜN 2000007176 Anabilim Dalı: Türk Dili ve Edebiyatı Program: Türk Dili ve Edebiyatı Tez Danışmanı: Prof. Dr. Mehmet AÇA HAZİRAN 2024 T.C. İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ LİSANSÜSTÜ EĞİTİM FAKÜLTESİ KÜLTÜREL EKOLOJİ VE EKOLOJİK KÜLTÜR ÜZERİNE BİR İNCELEME YÜKSEK LİSANS TEZİ ELİF GÜN 2000007176 Anabilim Dalı: Türk Dili ve Edebiyatı Program: Türk Dili ve Edebiyatı Tez Danışmanı: Prof. Dr. Mehmet AÇA Jüri Üyeleri: Prof. Dr. Mehmet AÇA Doç. Dr. Nursel UYANIKER Dr. Öğr. Üyesi Serdar GÜRÇAY HAZİRAN 2024 i ÖN SÖZ Bu çalışmada “kültürel ekoloji” ve “ekolojik kültür” konuları incelenmiştir. Çalışmada ekoloji kavramı ilkel insandan uygar insana kültürel evrim, insan, doğa ve kültür ilişkisi bağlamında ele alınmıştır. Tezin birinci bölümünde ilkel insanın doğayı algılayış biçimi üzerinde durularak hayvan yetiştiren ve yerleşik hayata geçen toplumların özellikleri Sümer ve Yunan mitolojisinden örneklerle açıklanmaya çalışılmıştır. İkinci bölümde doğa ve kültür üzerine kimi modern tutumlara yer verilmiştir. Üçüncü bölümde ise kültürel ekoloji ve ekolojik kültür kavramları günümüz ekolojik sorunlarına aranan çözümler odağında incelenmiştir. Sonuç bölümünde de aktarılan kavramların ekolojik sorunlara getirebileceği çözümlere odaklanılmıştır. Yüksek lisans eğitimine bu alanda yapılan ekoloji çalışmalarını takip etmek ve yine bu alanda bir tez sunmak amacıyla başlamıştım. Bu konuda bana her zaman destek olan çok kıymetli danışman hocam Prof. Dr. Mehmet Aça’ya ve desteğini hep yanımda hissettiğim, heyecanımı benimle paylaşan canım aileme, biricik anneme, ağabeyime ve kızçeme teşekkürü bir borç bilirim. Bu çalışmayı hazırlarken yararlandığım tüm kaynakların daha iyi bir dünya için çabalayan yazarlarına da teşekkür etmek isterim. Elif Gün Haziran 2024 ii İÇİNDEKİLER ÖN SÖZ ..............................................................................................................................................i KISA ÖZET ..................................................................................................................................... iii ABSTRACT…………………………………………………………………………………………….v GİRİŞ ................................................................................................................................................1 I. BÖLÜM .........................................................................................................................................1 “İLKEL” İNSANDAN “UYGAR” İNSANA İNSAN VE DOĞA İLİŞKİSİ................................1 1.1. “İlkel” İnsan ve Doğa .........................................................................................................8 1.2. “Avcı-Toplayıcı İnsan” ve Doğa .........................................................................................9 1.3. “Hayvan Yetiştiren İnsan” ve Doğa ................................................................................. 13 1.4. “Yerleşik Hayat” ve Doğa ................................................................................................ 16 1.4.1. Bahçe-Tarla Tarımı ve Doğa ..................................................................................... 17 1.5. “Uygar” İnsan ve Doğa..................................................................................................... 23 2. BÖLÜM ....................................................................................................................................... 26 İNSAN, DOĞA VE KÜLTÜR İLİŞKİSİ ÜZERİNE BAZI GÜNCEL YAKLAŞIMLAR VE TUTUMLAR ................................................................................................................................... 26 2.1. Derin Ekoloji ........................................................................................................................ 31 2.2. Ekofeminizm ......................................................................................................................... 33 2.3. Slow Food ............................................................................................................................. 36 2.4. Agroekoloji ........................................................................................................................... 38 3. BÖLÜM ....................................................................................................................................... 41 3.1. Kültürel Ekoloji ve Ekolojik Kültür .................................................................................... 41 3.1.1. Kültürel Ekoloji ............................................................................................................. 41 3.1.2. Ekolojik Kültür.............................................................................................................. 55 SONUÇ ............................................................................................................................................ 65 KAYNAKÇA .................................................................................................................................. 69 iii Enstitü : Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Dalı : Türk Dili ve Edebiyatı Programı : Türk Dili ve Edebiyatı Tez Danışmanı : Prof. Dr. Mehmet AÇA Tez Türü ve Tarihi : Yüksek Lisans-Haziran 2024 KISA ÖZET KÜLTÜREL EKOLOJİ VE EKOLOJİK KÜLTÜR ÜZERİNE BİR İNCELEME Elif GÜN “Kültürel Ekoloji ve Ekolojik Kültür Üzerine Bir İnceleme" adlı bu çalışma, ekoloji ve kültür kavramlarını kültürel evrim ve insan-doğa ilişkisi üzerine temellenen tutumlara göre analiz etmektedir. Çalışmanın ilk bölümünde ilkel insanın hayatı algılayış biçiminde önemli yer tutan bazı kavramlara ve ekolojinin diğer disiplinlerle ilişkisine değinilmiştir. İnsanlığın tarihinden başlayarak avcı-toplayıcı toplumların yaşam biçimlerinden, hayvan yetiştiren ve yerleşik hayata geçen toplumların kültürel süreçlerine yer verilmiştir. Yerleşik hayatın anlatıldığı bölümde farklı tarım toplumlarının kültürlerini karşılaştırmak amacıyla Sümer ve Yunan mitolojisinden örnekler sunulmuştur. İlkel insandan uygar insana değişen kültürel evrime değinilerek ikinci bölüme geçilmiştir. İkinci bölümde toplumların doğa ve kültür ilişkisi üzerine temellenen tek ve çift hatlı evrim teorilerine yer verilmiştir. Çevre odaklı bir çalışma olduğu için coğrafya biliminden, toplum odaklı olduğu için de kültürel antropolojiden yararlanılmıştır. Daha sonra “Derin Ekoloji”, “Ekofeminizm”, “Slow Food” ve “Agroeleştiri” gibi güncel tutumlara yer verilmiştir. iv Üçüncü bölümde ise “Kültürel Ekoloji” ve “Ekolojik Kültür” kavramları bu alanlarda yapılan çalışmalarla birlikte açıklanmıştır. Kültürel ekoloji kavramı insan-çevre ilişkisi bağlamında incelenmiştir. Ekolojik kültür başlığında geleneksel ekolojik bilgi ve ekoeleştiri kavramları da açıklanmıştır. Bu çalışmanın amacı, ilk topluluklardan günümüze insan-doğa ilişkisini gözden geçirerek günümüz ekolojik sorunlarına kadim bilgilerin ışığında yeni çözüm yolları sunmaktır. Sonuç bölümünde bu çözüm yolları üzerinde durulmuştur. Anahtar Kelimeler: Kültür, Ekoloji, Antropoloji, Coğrafya, Geleneksel Bilgi. v ABSTRACT A Study on Cultural Ecology and Ecological Culture" analyzes the concepts of ecology and culture according to attitudes based on cultural evolution and the human-nature relationship. In the introduction part of the study, some concepts that have an important place in the way primitive people perceive life and the relationship of ecology with other disciplines are mentioned. Starting from the history of humanity, the cultural processes of hunter-gatherer societies, animal breeding and settled societies are included. In the section on settled life, examples from Sumerian and Greek mythology are presented in order to compare the cultures of different agricultural societies. The cultural evolution from primitive man to civilized man was mentioned and the first chapter was started. In the first part, single and double-line evolution theories based on the relationship between nature and culture of societies are included. Since it is an environment-oriented study, the science of geography was utilized, and since it is a society-oriented study, cultural anthropology was utilized. Then, current attitudes such as “Deep Ecology”, “Ecofeminism”, “Slow Food” and “Agroecological” are included. In the second part, the concepts of Cultural Ecology and Ecological Culture are explained together with the studies conducted in these fields. The concept of Cultural Ecology is analyzed in the context of human-environment relationship. The concepts of traditional ecological knowledge and ecocriticism are also explained under the title of Ecological Culture. The aim of this study is to review the human-nature relationship from the first communities to the present day and to offer new solutions to today’s ecological problems in the light of ancient knowledge. In the conclusion section, these solutions are emphasized. Keywords: Culture, Ecology, Anthropology, Geography, Traditional Knowledge. 1 GİRİŞ İlk topluluklardan günümüze insan-doğa ilişkisini gözden geçirerek günümüz ekolojik sorunlarına kadim bilgilerin ışığında sunulan yeni çözüm yollarına odaklanan bu çalışmada, “kültürel ekoloji” ile “ekolojik kültür” kavramlarından ne anlaşıldığı, aralarında ne gibi farklar olduğu gözler önüne serilmeye çalışılmıştır. İnsan ve doğa ilişkisi, antik çağdan beri düşünürlerle bilim insanlarının ilgi odağında olagelmiştir. 19. yüzyıldan itibaren doğa-kültür çatışması görüşünün egemen olduğu bu ilgi, günümüzde farklı bakış açıları geliştirilerek devam etmektedir. Kimi bakış açıları bütünüyle doğayı ilgi odağına alırken bazıları da insan ve çevre ilişkilerini merkezine oturtmaktadır. Gelinen son noktada kadim insanlığın insan ve doğa algılarının çok daha baskın olduğu görülmektedir. Canlıların hem kendi aralarında hem de fiziksel çevreleriyle olan ilişkilerini inceleyen ekoloji, aynı zamanda kültürlerin anlaşılması açısından da yaşamsal bir öneme sahiptir. Ekoloji kelimesinin kökeni Eski Yunanca eko “ev” kelimesinden gelmektedir. Kültür kelimesinin bir anlamı da “ekin” yani tarımdır. İnsanoğlu ilk çağlardan itibaren doğayı kendinden üstün tutmuş ve bu sayede doğayla uyumlu bir kültürün oluşmasını sağlamıştır. Tarım toplumlarının kültüre aldığı tohumlarla yerleşik hayata geçiş daha kolay olmuştur ve böylece kültürel evrim hız kazanmıştır. Kültür ve ekoloji terimlerini bir arada kullanan “kültürel ekoloji” ile “ekolojik kültür” kavramları da bu durumu açık bir şekilde göstermektedir. Kültürel ekoloji, insanın çevreyle uyumlu bir ilişki içerisinde olduğunu ve buna bağlı bir şekilde kültür oluşturduğunu ileri sürerken merkeze çevre-insan ilişkisini almaktadır. Çevresel faktörler ile kültür arasında bağlantı vardır. Tüm canlılar birbiriyle etkileşim halindedir ve insanoğlu aklı sayesinde çevreye uyumlu bir kültür geliştirebilmiştir. Ekolojik kültür, merkezine doğayı oturtmaktadır. Sanayi Devrimi sonrası gelişen endüstriyel toplumlarla birlikte insanın doğa üzerindeki etkisi hızla artmıştır. Günümüzde değişen ekosistemlerle, küresel bir sorun haline gelen iklim değişiklikleriyle insanoğlunun 2 çevreyle uyumu azalmaktadır. Sürdürülebilir bir yaşam şeklinin geliştirilmesi için doğanın yeniden her şeyin üstünde tutulması gerekmektedir. Ülkemizde ekolojik düşünceye ve geleneksel ekolojik bilgiye olan ilgi giderek artmaktadır. Bu durum ekoloji kapsamına giren temel kavramların ve türlü bakış açılarının sağlıklı bir şekilde öğrenilmesini ve anlaşılmasını gerektirmektedir. Bu nedenle çalışmada, ilkel toplumların doğaya bakış açısına değinilerek uygar insanın yaşadığı ekolojik krizlerin sebebi sorgulanmıştır. Farklı disiplinlerdeki birçok çalışma ekolojik sorunların çözümlerine katkı sağlamaktadır. Halkbilimi ve antropoloji odağında yapılan bu çalışma ise “kültürel ekoloji” ile “ekolojik kültür” kavramlarını ve yaklaşımlarını ayrıntılı bir şekilde izah etmeyi, insan ve doğa ilişkisinin insanlığın kadim dönemlerinden günümüze kadar geçirdiği evrimi gözler önüne sürmeyi amaçlamıştır. Çalışma, insan ve kültür ilişkisiyle ilgili bazı güncel yaklaşım ve tutumları tanıtmayı da hedeflemiştir. Çalışmanın verileri, konuyla ilgili yerli ve yabancı yazılı kaynaklardan elde edilmiştir. Elde edilen veriler bir içerik analizine tabi tutulmuş, yorumlayıcı bir şekilde ele alınmış ve çözüm yolları sunulmaya çalışılmıştır. 1 I. BÖLÜM “İLKEL” İNSANDAN “UYGAR” İNSANA İNSAN VE DOĞA İLİŞKİSİ Yaradılış döngüsü sürekli yinelenir. Tüm canlıları ve tabiatı içine alan evren sürekli tekrar eden bir döngünün içinde yenilenme halindedir. Her şey doğar, yaşar, ölür ve yeniden doğar. “Yaşam, dünyanın etrafındaki havanın, su ve toprakla birleştiği ince bir katman olan biyosferin içinde sürüp gider” (Callenbach 4). İnsanın hayatı algılayış biçimi, ilkel dönemlerden uygar dönemlere dek ne kadar değişse de bu düzlemdedir. Yaşamak için diğer her şeye muhtaçtır. Bu durum insanlığın temel sorunlarından biri olmuştur. Merkezde bu olduğu için inancın temelinde, mitlerde ya da kökene dair anlatılarda en önce yaşam anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Nasıl yaratıldı, kim yarattı, insan dünyada nasıl yaşayacak, ölecek ve sonra ne olacak? Önce su vardı denir. “Sular tüm varoluşun kaynağıdır.”1 “Başlangıçta ilksel deniz vardı.” 2 Verbitskiy’in derlediği Altay Yaratılış miti, her yerin uçsuz bucaksız sular içinde olmasıyla başlamaktadır. 3 Kozmogonik anlatılarda görülen bu belirsizlik, yeryüzünün yaratılışına dair oluşturulan anlatılarla anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Anlamlandırma sürecinin ilk dönemlerinde doğa, içinde barındırdığı çoğu bilinmezlikle insandan üstündür. Algılayışın somut halde olması bu bilinmezlikten kaynaklıdır. Avcı- toplayıcı toplumların tarım toplumuna geçişiyle doğanın kazandığı anlam da değişmiştir. Bu dönem insanının doğaya bakışı gelişme göstermeye başlamıştır. Toprağı işlemeyi öğrenen insan, bahçecilikten tarla tarımına geçmiştir. Toprağı işlemeye dair edinilen bilgiler, nüfusun çoğalmasına sebep olmuştur. Küçük köylerdeki bahçe ve tarla işlerinin gelişmesi, büyük cüsseli hayvanların yetiştirilmesini ve onlardan yardım almayı gerektirmiştir. Elde edilen buluş ve 1 Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş. (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2014.) 196. Eliade, suyun önemine Satapatha-Brahmana metinlerinden aktardığı şu sözlerle dikkat çeker: Su, dünyanın temelidir, bitkilerin özüdür. (Satapatha-Brahmana, VI, 8,2, 2; XII, 5, 2, 14.) 2 Samuel Noah Kramer, Sümer Mitolojisi. (İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2018.) 139. “Sümerlerin bu denizi ezeli ve yaratılmamış olarak kabul etmiş olmaları mümkündür. Enûma Eliş de “...hâlâ sularını ayırmamışken, Otlaklar da yoktu, bir sazlık bile görünmüyordu" sözleriyle başlar ve tanrıların bile yaratılışından önce suyun var olduğuna dikkat çeker. Bknz: Alexander Heidel, Enûma Eliş, Babil Yaratılış Destan, (Ankara: Ayraç Yayınevi, 2000) 33. 3Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi. 6. Baskı, 2 Cilt (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014) 465. “Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer, Uçsuz, bucaksız, sonsuz, sular içreydi her yer.” 2 yeniliklerle, bugünkü büyük ve ağır endüstri devrinden daha önce, yakın zamana kadar hâkim olan saban kültürünün ilk temelleri atılmıştır. Hayvan beslemeyi öğrenmeleri sayesinde tarla ve bahçeyi ıslah etmekle kalmayıp et, süt ve deri ihtiyaçlarını da temin etmişlerdir. İlk insanlar, zamanla toprağı işleme aletlerini de geliştirip eski ziraat kazması veya sopası yerine, bu iki aletin gelişmesinden oluşan sabanı kullanmaya başlamıştır (Çıtakoğlu 15). Tarım toplumunun kültüre aldığı tohumlar, ilkel insanın yaşam döngüsüne benzer şekildedir. Tohum da yerleşik düzene göre ve insana fayda sağlayacak şekilde evrilmiştir. Fayda sağladığı bilindikçe belli tohumlar ya da hayvanlar insan hayatında yerini sağlamlaştırır. Burada somut düşünce devam etmektedir, yaşamsal önemi olan bitki ve hayvanlar sembolleştirilip doğaya dair inanç unsurlarıyla bağdaştırılmıştır. Ritüeller, mitler, tabular... İnsanın hayatı algılayışında doğa yerini giderek büyütmüştür. İlkel insanın düşünce biçiminde hayat, somut unsurlarla simgeleştirilmiştir. Bu düşüncede kendilerinden önce yaşamış atalarından öğrendiklerinin büyük etkisi vardır. Atalarının davranışlarını devam ettirmelerinin nedeni Eliade’ye göre hareketlerinin ilksel bir eylemi tekrarlamaları halinde gerçek bir anlam kazanmasıdır ve bu gerçeklik ilkel insanın düşünce yapısında kutsaldır. 4 Yine Eliade’ye göre herhangi bir insan hareketi zamanın başlangıcında bir tanrının, bir kahramanın ya da bir atanın gerçekleştirdiği bir hareketin tıpatıp aynısını yinelediği ölçüde etkili olmaktadır (Eliade 36). Bu nedenle bulundukları doğa içinde atalarından öğrendiklerini tekrarlayarak yaşamlarını sürmeye çalışmışlardır. Doğa, yaşamın devamlılığı için verimli olmak zorundadır. İnsan, doğanın bereketi hep sürsün diye tanrı ve tanrıçalara törenler hazırlamaktadır. İnanç unsurundaki ritüel, ayin ve törenlerin temelinde atalarından öğrendiklerinin büyük bir payı vardır. McNeill’e göre tanrılar tümüyle insan doğasına sahip bir varlık olarak düşünülmüştür. “İlkel insana göre tanrı, kendisine sorulan soruları işaretlerle ve belirtilerle yanıtlamaktaydı. Tanrının her gün beslenmesi, eğlendirilmesi ve övülmesi gerekliydi. Özel kutlamalarda, halkın izleyici olarak katılabileceği törenler yapılırdı.”5 İlk dönem toplumlarında doğaya atfedilen 4 Mircea Eliade, Ebedi Dönüş Miti. (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2018) 17. Tanrılarının ve atalarının yaptıklarını devam ettirmeleri geleneksel bilginin devamlılığını da sağlamıştır. 5 William H. McNeill, Dünya Tarihi. (Ankara: İmge Kitabevi, 2015) 38. McNeill’e göre insan doğasına sahip bir varlık olarak düşünülen tanrı, bir evde-tapınakta- yaşardı ve insanın ruhunun bedeninde bulunması gibi, bir tanrı da bir kült heykelinin içindeydi. Bu inanç sisteminde doğada olabilecek her şey için bir açıklama getirildi. Bir yıkım ya da kötü bir olay olması tanrının insanları uyardığı 3 dişil unsurlar da tanrıçalar aracılığıyla ölüp yeniden doğma anlayışı üzerinedir. Bu anlayış daha çok mevsimsel döngünün algılanışında dikkat çekmektedir. Hayatı doğaya bağlı olan insan, yaz ile kış arasındaki mevsimsel zıtlığa göre hayatını sürdürmek zorundadır. Baharın gelişiyle bereketlenen toprak, hayatın diriliğini temsil ederken; mevsimin kışa dönmesi, topraktan ve yaşanılan coğrafyada bulunan bitki ve hayvanlardan alınacak verimin azalmasıyla, doğanın canlılığını yitirmesini temsil etmektedir. “Mısır’da Osiris, Anadolu’da Attis, Suriye’de Adonis, Yunanistan’da Demeter adıyla bilinen bu tanrıçalar, bereket unsuruyla doğanın ölüp dirilmesi anlayışı temelindedir” (And, Dionisos ve Anadolu Köylüsü 18). Sümer mitolojisinde yaratılış hikâyesinin yanı sıra insanlara verilen görevlerin doğayla alakalı olması önemlidir. Bu anlatının temelinde doğa önemli yer tutmaktadır. “Bugüne değin hâlâ tam olarak bilenmese de yaklaşık olarak MÖ. 3500’den 2000’lere, Dicle ile Fırat arasında yer alan ve Basra Körfezi'nin kuzeyine, bugünkü Bağdat'a kadar uzanan göreceli olarak küçük bir ülkede yerleşik olan Sümerleri, tarihsel devirlerde Sami, Hint-Avrupa kökenli olmayan bir halkın kutsal öyküleri; bu ülkeyi bütün Yakın Doğu'nun uygarlık beşiği olarak adlandırmak yerinde olacaktır” (Kramer 63). Mitler sayesinde ilkel olarak adlandırılan insanların doğaya bakış açısı da anlaşılabilir. Sümerlerin yazıyı anlatım aracı olarak görmeleri ve çivi yazısını kullanarak hayatı algılayış biçimlerini hikâye etmeleri, büyük bir inceleme alanı açmıştır. Sümerlerin çivi yazısıyla yazdıkları metinler sayesinde sonraki kuşaklara tarım ve hayvancılıkla ilgili önemli bir aktarım sağlanmıştır (Kramer 44). Sümer mitolojisine göre Nintu evrenin düzenini, insanların yaratılışını ve uygarlığın kuruluşunu başlatmaktadır (Kramer 9). Bu mitolojide, evrenin yaratılışı hikâyelerinde yaşama alanı kurulurken önem sırasına göre tanrılar yaratılmıştır. İnsan ve hayvan için önemli olduğu belirtilen bitkilerin tasarlanmasına yardımcı tanrılar da vardır. Tarımsal aletlerin ilk örnekleri olan kazma ve sabana biçim veren Enlil’dir. Yeryüzünün düzenlenmesi ve üzerinde bir uygarlık kurulması için Enlil dikkat çekerken, su tanrısı Enki de önemli bir yer tutmaktadır. Enki, doğanın işleyişi için önemli olan tanrılar yaratırken toprağa da büyük önem gösterir. Tohum ve sebzeler ortaya çıkarır, çiftçi tanrı ve tanrıçalar yaratır (Kramer 11-16). Bununla birlikte Freud’un değindiği gibi ilkel insanın yaşamı anlama, sorgulama biçimi ve gösterdiği gelişim süreci için efsane, mitos ve masal gibi sözlü edebiyat ürünlerine ya da yönünde algılandı ve böylece inanç sistemi daha da güçlendi. Sayısız barbar toplumlar Sümer tanrılar topluluğunun dünyayı yönettiğine inandırıldı. 4 geleneklerine bakabiliriz. Freud’a göre insanlığın gelişimi için totemizm zorunlu ve evrenseldir. Totemi şu şekilde açıklamaktadır: Totem, genellikle tehlikesiz ya da tehlikeli ve korkulan bir hayvan, daha seyrek olarak da bir bitki ya da bir doğa gücü (yağmur, su) olup grubun bütünüyle özel bir ilişki içinde bulunmaktadır. Zaman zaman kutlanan bazı bayramlarda aynı totem topluluğundan olan kişiler, törensel danslar yaparak totemlerinin hareketlerini ve özelliklerini temsil ya da taklit ederler. (13) Öte yandan Wundt, tabuyu insanlığın yazılı olmayan en eski yasası olarak tanımlamaktadır. Ona göre: “Genellikle tabu, tanrılardan da eski olup her türlü dinin varlığından önceki bir çağa aittir. Tabunun bir amacı da bir kişinin mülkünü, aletlerini, tarlasını vb. hırsızlara karşı savunmaktır (Freud 37-38). Burada ilkel insanın yaşamını sürdürmesi için gerekli olan eve, ekip biçtiği alana ve bunun için gerekli olan aletlere verdiği hayati önem görülmektedir. Freud’a göre insanlığın ceza sistemi, en ilkel şekilleriyle ele alındığında, tabuya bağlıdır: İnsanlar çiğnedikleri bir tabu sonucunda kefaret ödemekte ya da arınma törenleri yapmaktadır. Tabu, ilkel kültürde bir ceza anlayışıdır. Herhangi bir nedenle korku ya da endişe uyandıran her şey tabudur. Tabu, yavaş yavaş, şeytanın inancından ayrı bağımsız bir güç haline gelmiştir. Gelenek ve âdetlerin ve nihayetinde de yasanın zoraki bir dayatılışı halini almıştır. (44) Tabuyla birlikte ilkel insanın doğaya dair düşünce tarzını anlamak için animizm de önemlidir. Yine Freud’a göre animizm ruh hakkındaki tasavvurlarla ilgili bir teoridir. Bütün bu terimlerin ortaya atılmasının nedeni, bilinen, kaybolmuş ya da hâlâ var olan birçok ilkel kavmin garip, ilginç doğa ve dünya anlayışlarına dair elde edilen bilgilerdir. Buna göre dünya, insanlara iyilik ya da kötülük yapmak isteyen çok sayıda tinsel varlıkla doludur. İlkel insanlar, doğada olup biten her şeyin nedenini bu tinlere ve şeytanlara atfetmiş ve bu varlıkların yalnız hayvanlarla bitkileri değil, cansız gibi görünen nesneleri de canlandırdıklarını düşünmüştür (Freud 144-155). Animizm gücünü kaybetmiş inançlarda, dilde, inanç sisteminde ve felsefede varlığını sürdürmektedir (Freud 117). Bugün çoğu toplumda devam eden ritüellerin hikâyesinin temelinde de bu kavramlar yatmaktadır. Bu inanç sistemleri ilkel kavimlerin doğa anlayışını açıklayabilir. 5 Bruhl, ilkel insanın doğal çevresini oluşturan varlık ve nesnelerle bir karşıtlık ilişkisi içinde olmadığını belirtir. Ona göre ilkel zihniyet, tüm canlı ve nesneleri türdeş varlıklar olarak görmekte ve hissetmektedir ya da aynı öz ve aynı niteliklere sahip bir bütüne ait olduğunu düşünmektedir. İlkel insan, kendini her an tehdit olarak düşündüğü şeylere karşı koruması gerektiğini düşünür. Bu korku onun varlıklar ve nesnelere karşı olan tavrında belirleyici rol oynamıştır (Bruhl 18-22). Uygar insan geliştirdiği düşünme becerileriyle doğaya farklı açılardan bakıp farklı algılama biçimleri geliştirebilmiştir. Hâlbuki Bruhl’un da değindiği gibi ilkel insanın, sahip olduğu bilgiyi derinleştirme kaygısı yoktur. Kendisine verilen bilgiyi aktarmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Sahip olduğu bilginin pratik değerini kabul etmekte ama onu bizim gibi değerlendirmemektedir (Bruhl 22). Örneğin, odunculukla geçinen çoğu toplum ağaçları kesmeden evvel ağaçlarla konuşarak izin almaktadır. Bu davranışlarının temelinde muhtemelen atalarının ağaçlarla ilk karşılaştıklarındaki deneyimleri yatmaktadır. Onlardan kendilerine geçen bu kültürle aynı zamanda ağaçlara da bir anlam atfetmektedirler. İlkel insan düşüncesinde önemli yer tutan pek çok dua ve yakarışın temelinde de atalara saygı yatmaktadır. Atalarından gördükleri pratikleri uygulayarak başarılı olacaklarına inanarak hayatlarını devam ettirirler. Çünkü atalarının da aynı şekilde davranarak yaşamlarını devam ettirdiklerini düşünürler. Bruhl’a göre bize tuhaf gelen bu duygusal durum her şeyin tek bir öze sahip olduğu düşüncesiyle “ilkel insana” son derece doğal bir süreç gibi görünmektedir. “İlkel insana göre insan, bitki ya da hayvan yani doğadaki her şey ortak bir ‘öz’le ilişkilidir. Doğadaki düzene bizim gibi bakacak fikre sahip değillerdir, çünkü bunu sorgulama ihtiyacı hissetmezler. O, varlıkları sahip oldukları sürekli ya da anlık gizemli güçlerine bakarak tanımlamaktadır” (Bruhl 28). Freud’un totem, tabu ve animizm ile ilgili söyledikleri ile Bruhl’un ilkel insanın her şeyi aynı özle ilişkilendirip doğayı ona göre algılaması üzerine söyledikleri, ilkel insanın zihniyeti hakkında bilgi vermektedir. Bunlardan hareketle ilkel insanla günümüz, uygar insanın doğayı algılayış biçiminin ne kadar farklı olduğunu görmekteyiz. Nitekim insan ne kadar uygarlaşsa da doğayı algılayış biçimindeki fayda sağlama isteği ve bunun sürekli devam etmesi için gösterdiği çaba bir şekilde aynı kalmıştır. Doğanın insan hayatındaki önemi zaman zaman geri plana atılmıştır ama yaşamın devamlılığı için insanoğlunun doğaya muhtaç olduğu gerçeği değişmemiştir. İlkel insan, günümüzden 6 bakıldığında yabani olarak görülür, doğaya karşı bir üstünlüğü olmadığı için doğanın içinde ona gösterdiği tavır bu ifadeye neden olmuştur. Yaşamının doğaya bağlı olması, insanın ona mahkûm olduğu düşüncesini yaratmıştır. Callenbach, yaşamsal işlevlerin, örneğin organlarımızın bizim bilişsel kontrolümüz altında olmadığını söyler. Bu işlevler diğer memeliler, sürüngenler ve hatta böceklerle paylaştığımız bakir doğanın parçasıdır. Yabanilik bu yüzden dışımızda olduğu kadar içimizdedir. Yani yabani yanımız, bakir doğanın (insanların görünür hiçbir etkisinin olmadığı bölgelerin) bir yansımasıdır. Yabanilik, bu cömert doğa içinde ona zarar vermeden nasıl yaşayacağımız konusunda bize ilham verebilir (Callenbach 13-15). Uygar insan, bulunduğu devirde ilkel insanın yaşayışını öğrenmeye çalışırken bu yabanilik yönünü kendi devriyle anlamlandırabilir. İnsanın doğadaki yerinde coğrafya da belirleyici faktörlerden biri olmuştur. İnsan toplulukları daha çok verimli arazilere, akarsu vadilerine yakın yerleşmiş ve buralarda koloniler kurmuştur. Bu yerleşim kuralının içinde çevre ve insan karmaşık bir yapı içindedir ve birindeki değişim diğerini de etkiler ve birlikte gelişme gösterirler (Gümüşçü, Yılmaz 27). Bunun yanında insanın kültürel varlık olarak toplumsal yapıya sağladığı katkılar bu yapıyı birçok yönden inceleme fırsatı sağlamıştır. Antropolojinin bütüncül bakış açısı, halkbilimi ve coğrafya, biyoloji gibi disiplinler, insanın doğadaki yerini anlamamızda yardımcı olacaktır. İnsanlığın tarihine inildiğinde ilk insandan, bugüne doğanın farklı şekillerde algılandığı görülmektedir. Bu nedenle her insan kendi kültürünün ürünü kabul edilmiştir (Bates 18). İlkel insandan uygar insana, insanlığın tüm evrelerinde, avcı-toplayıcı dönemden yerleşik hayata geçiş ve sonraki dönemlerin her biri kendi kültür özellikleri ile incelenmelidir. Bu sayede insanlığın tarihi bütüncül bakış açısıyla anlaşılabilir. Antropolog Edward Tylor, dağınık popülasyonlardaki pek az genetik farklılaşma gösteren tek bir türün üyeleri olmamıza karşın neden bu denli büyük bir kültürel çeşitlilik gösteririz sorusuyla kültür kavramını incelemiş ve kültür kavramını açıklamak için evrim teorisine başvurmuştur. Ona göre toplumların birbirinden farklı olmasının nedeni, her bir toplumun başlangıcının farklı noktalardan başlaması ve farklı hızlarda yol almasıdır. Buna tek hatlı evrim denmektedir. Morgan ise toplumları üç gelişme aşamasına göre sınıflandırmıştır: Yabanıllık, barbarlık ve uygarlık. Bu aşamaları mevcut gelişkinlik düzeyiyle tanımlamıştır. Morgan’a göre her dönemdeki teknolojik düzlemin özgül kültürel ögesi vardır. Toplumsal evrimi, aile evrimi üzerinden ilişkilendirmiştir. Ona göre, erkeklerle kadınlar toplumsal evrimin nihai evresinde -uygarlık- tek eşli evliliklerde ortak haline gelmiştir. Diğer taraftan Ruth Benedict, her toplumun kendi karakteristik kişiliğini 7 ürettiğini söylemiştir. Toplum için büyük insanlar sınırlı bir kültürel ideali seçer ve böylece düşünce ve davranış tarzlarında genel bir benzerlik olur. Margaret Mead’e göre ise yaşam olgusu farklı biçimler alabilir, “insan doğası” olarak sorgusuzca kabul edilen bazı şeyler, örneğin, ergenlik kültürel bir ürün olabilir. İşlevselci anlayışı benimseyen Malinowski ve Reginald da farklı bakış açıları sunmaktadır. Malinowski bir toplumun bütün unsurlarının, o toplumda yaşayan insanların kültürel olarak tanımlanmış ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet ettikleri için işlevsel olduğunu söylemiştir. İnsanların biyolojik, araçsal ve bütünleştirici gibi üç temel gereksinimi vardır ve toplum bu gereksinimleri karşılamak için din, sanat, akrabalık, hukuk ve aile gibi tekrar eden örüntü ve kurumları geliştirmiştir. Alfred Reginald ise yapısal işlevselcilik adı verilen kuramında kültürel işlevlerin bireyin ihtiyaçlarının karşılanması için değil, toplumsal yapının sürdürülmesi için olduğunu savunur. Toplumun anahtarı toplumsal normlardır. Toplumsal âdetler ve inançlar uyum içinde olmayı sağlayan normlardır. Julian Steward, kültürel sistemlerin çevresel uyarlanma yoluyla evrimi üzerinde durmuştur. Kültürel çeşitliliğe yaklaşımı teknoloji, kültür ve komşu popülasyonlarının yanı sıra iklim, arazi ve doğal kaynaklar gibi fiziksel çevrenin eş zamanlı incelenmesi yönündedir. İnsan kültürüne bir bütün olarak bakılması gerektiğini savunmuştur. Davranışsal ekoloji ekolü ise evrim kuramı ve davranışsal karar almayı kullanarak avcı-toplayıcı, çoban ve bahçe tarımcısı toplumları incelemek üzere ortaya çıkmıştır. Son olarak yapısal antropolog Claude Levi- Strauss insan düşüncesini anlamanın kaynağını mitos ve ayinlere dayandırır (Bates 23-33). Bates’in çalışmasından özetlediğim bu kuramlara yer vermemin nedeni, insanı anlamak için gösterdikleri çok yönlü çabadır. İlk insandan günümüze kadar gelen tarihimizde, önceliklerimiz ve doğadaki yerimiz başka açılardan incelenmiştir. İlerleyen bölümlerde bu bakış açıları ekoloji ve insan merkezinde incelenecektir. Bunlara ek olarak insanın içinde bulunduğu biyolojik bölge de önemlidir. Callenbach, biyolojik bölgenin insanlar da dahil tüm canlıların iklimle, toprakla, jeolojiyle ve yaşadıkları yerin arazisiyle karmaşık ilişkisi olduğunu söylemiştir: Biyolojik bölge yerel bitkilerin, hayvanların, mikropların ve yaşadıkları ortamın, bitişiklerindeki bölgelerden çok farklı olduğu geniş bir coğrafi alandır. Diğer organizmalar gibi, biz insanlar da bir biyolojik bölgenin kaynaklarına ve diğer özelliklerine ayak uydururuz, bu nedenle uzun bir geçmişi olan toplumlardaki insanların yaşam biçimi, içinde bulundukları biyolojik bölge ile yakından ilgilidir. O bölgede 8 yaşamlarını devam ettirmelerini sağlayan tarım, teknoloji, sosyal yapı, gelenek ve görenekler, mitoloji gibi toplumsal unsurları aşamalı olarak oluşturmuşlardır. (23-24) İnsan hayatta kalmak için, doğanın ve bu doğa içinde bir döngüde yaşayan diğer canlıların varlığına muhtaçtır. İnsan biyolojisi de diğer canlılar gibi yaşadığı yerin unsurlarıyla şekillenir ve insanların yaşam biçimi bu biyolojik bilgi ile yakından ilgilidir. Bu sayede o bölgelerin gelenek, görenekleri, sosyal yapısı ve mitolojisi gibi toplumsal unsurlar hakkında bilgi sahibi olabiliriz. İlkel insan doğayı anlamlandırmaya çalışırken doğada gördüğü unsurları çevresinde somutlaştırmak istemiştir. Yetiştirdiği ürün bir sene bol olunca her sene aynı verimle devam etmesi için çaba göstermiştir. Böylece buna dair inanç ve ritüeller gelişmiştir. Bunlar anlatılara da konu olmuştur. Uygar insan, şu an hayatında olan çoğu inanç pratiğini bu ilk dönemlerde, kökeninde bulabilir. Başta da değinildiği gibi doğa her zaman bir döngü içindedir. Uygar insanın şu an doğaya yaptığı yanlışlar görünür haldedir. Günümüz insanı bu döngüyü tekrar işlevsel hale getirirse, başa dönüp doğayı hayatının merkezine alırsa şu an yapılan hatalar bir nebze düzeltilebilir. Bu nedenle ilkel insandan günümüze gelen tüm inanç, ritüel ve sözlü gelenekle gelen anlatılar önemlidir. İnsanlığın avcı-toplayıcı gruplardan çoban ve tarım toplumuna evrildiği gelişim sürecinde ilk insanların doğayla dengeli hayat anlayışı zamanla doğaya hakim olma boyutuna erişmiştir. Bu süreçlerde, insanın doğaya hakim olarak onu bir nevi terbiye etmesinde ekolojik denge günümüzü ve geleceği etkileyecek şekilde bozulmuştur. 1.1. “İlkel” İnsan ve Doğa İlkel insan toplulukları başta da yer verdiğim korku ve ceza unsurları nedeniyle doğayla iletişimlerini belli ayin, tören ya da ritüellerle sağlamaktaydı. Bunun en büyük nedeni, doğadaki bilinmezliktir. Anlamlandırmak istedikleri olaylar için belli eylemleri tekrarlayarak, çoğu ritüelin temelini oluşturmuşlardır. İlk insanlar doğadaki canlıları onlarla aynı düzlemde incelemekteydi, bu avcı-toplumların yerleşim yerleri olan mağaralardaki detaylı hayvan resimlerinde göze çarpmaktadır. İlk toplumların bilinmezin anlaşılmasına yönelik bu eylemleri sonraki süreçte, tarım toplumlarında, tanrıların hikâyesiyle anlamlandırılır, böylelikle mitler oluşturulur. Tarıma dayalı bu toplumların doğadaki çoğu unsura bir tanrı görevlendirdiği görülmektedir. Burada hareketin ve onun hikâyesinin önceliği bir bilinmezdir, bu mitler her zaman ritüellerden sonra oluşmamıştır ama ilkel dönemde her olayın bir hikâyesi yoktur, bu 9 hikâyeler yerleşik hayatın getirdiği kültürle günümüze gelmiştir. Eliade, mitin ifade bakımından sadece geç oluştuğunu ama muhtevasının arkaik olduğunu ve kutsamalara, yani mutlak, insan-dışı bir gerçekliği varsayan eylemlere gönderme yaptığını ifade etmiştir (Eliade 41). Doğanın algılanışına ya da baharla gelen uyanış ve baharın bitimiyle gelen doğanın ölümüne dair ritüel, ayin ve mitler bugün de devam eden çoğu inanışın temelini oluşturmaktadır. Ancak bugün, bu ritüellerden birçoğunun hikâyesi bilinmemektedir çünkü günümüz insanının doğadaki konumu, ilkel insana göre farklı yerdedir. Hareket hep devam etmiştir ama hikâyeler zamanla değişmiş ya da unutulmuştur. Bu bölümde avcı ve toplayıcı insanlardan hayvan yetiştiren ve yerleşik hayata geçen insana kadar doğanın algılanışı, bu hareket ve hikâyeler kapsamında incelenecektir. MÖ. 8. ile 3.yüzyıllar arasından Yunanistan, Yakındoğu, Kuzey Hindistan ve Çin’de doğup dört bir yana yayılmış olan uygarlıklar, hâlâ devam eden bir kültürel devrim başlatmışlardır. Bu süreçte meydana gelen esas değişim, Sahlins’e göre tanrıların insan etkinliğine içkin olmaktan çıkıp kendi gerçekliğine sahip aşkın bir “öte dünyaya” taşınmasıyla yeryüzünün insanlara kalmasıdır. Böylece insanlar kendi yollarını çizip kendi kurumlarını yaratma özgürlüğüne kavuşmuşlardır. Bu çağ insanları tanrılar, atalar, bitkilerin ve hayvanların ve başka şeylerin barındırdığı canlar/ ruhlarla ve başka şeylerle kuşatılmıştır. İnsan kültürünü bilfiil yaratanlar da bu irili ufaklı tanrılardır (Sahlins 16-17). İlkel insanın hayatında büyük yer kaplayan bu tanrılar, onların doğayı anlamlandırma çabasında en önemli yardımcıları olmuştur. 1.2. “Avcı-Toplayıcı İnsan” ve Doğa Kültürel evrimin ilk aşamalarının görüldüğü avcı- toplayıcı dönemde toplumlar çevrelerine bağımlı bir haldedir. Hayatlarının merkezinde doğa olduğu için yaşadıkları tüm iyi ve kötü şeylerin sebebi ya da sonucu doğayla ilişkilidir. “İnsanoğlunun dili ve aletleri beceriyle kullanması için donatılmış beyni onu ‘kültür’ oluşturma yeteneğine kavuşturmuştur. Hayvanlardan ayrılan bu gelişmiş beyinleri sayesinde Homo takımının üyeleri doğanın en iyi uyum sağlama uzmanları olmuştur” (Crosby 21-22). İnsanlığın kökeni avcı-toplayıcı olarak Afrika’ya dayandırılmıştır. Zamanla, değişen doğa şartları ve çoğalan nüfus sebebiyle farklı bölgelere dağılmaya başlayarak ilk avcı-toplayıcı 10 insan türü olan Homo erectus yaklaşık iki milyon yıl önce Avrasya’ya kadar yayılmıştır. Bugün itibarıyla, Afrika dışında keşfedilmiş en eski Homo sapiens fosilleri (Yunanistan’da ortaya çıkarılan) 210.000 yıllık ve (kuzey İsrail’deki Kermil Dağında bulunan) 177.000-194.000 yıllık fosillerdir.6 Bates’e göre insanlar ve yakın hominid ataları dört milyon yıldan daha uzun bir süredir dünyada yaşamaktadır. Bu zamanın %99’undan daha uzun bir süre boyunca yiyecek yetiştirmemişler, hayvan avlayarak ve yurtlarında yetişen yabanıl bitkileri toplayarak yaşamışlardır. Bu dönem avcı-toplayıcılık olarak adlandırılmıştır. Arkeolojik buluntular, anatomik olarak modern insanın günümüzden 40 bin ila 60 bin yıl öncesine tekabül eden dönemde Avrupa, Asya ve Afrika’da ve hemen sonra da Kuzey ve Güney Amerika’da ortaya çıktığını göstermiştir.7 McNeill’e göre insanlık tarihi “ön insan” toplulukları içinde Homo sapiens’in ortaya çıkışıyla başlamıştır. Ona göre insanlar yaşamlarını ataları olan “ön insan” türünden kalıttıkları becerilere dayanarak sürdürmektedir. Tahta araçlarını, dilin başlangıcını, avlanmada iş birliğini bu “ön insan” topluluklarına dayandırır. Burada dikkati çeken, insan evriminin kültürel boyutudur. İlkel insanın öğrenme kapasitesinin bilinçli şekilde korunup sürdürülmesiyle kültürel evrim, biyolojik evrimi aşmıştır. Kültürel evrimin, önceliği biyolojik evrimden almasıyla, en kesin ve özel anlamda insanın tarihi başlamıştır (McNeill 25-26). Paleotik çağdaki insanlar, heykelde, özellikle de mağara resimlerinde, hayatta kalmalarına olanak tanıyan biyolojik dünyadaki olayların dökümünü yapmış ve bunları göklere 6 Oged Galor, İnsanlığın Serüveni, Zenginliğin ve Eşitsizliğin Tarihi. (İstanbul: Kronik Kitap, 2022) 26. Galor’un aktardığına göre geniş ölçüde kabul gören “Afrika’dan Çıkış” hipotezine göre dünyanın her tarafında yaşamakta olan anatomik olarak modern insanların şu an oluşturduğu nüfusun büyük çoğunluğu, 60.000-90.000 yıl önce Afrika’dan göç eden Homo sapienslerin soyundan gelmektedir. İnsanlık iki rota üzerinden Asya’ya akın etti: Kuzeyde Nil Deltası ve Sina Yarımadası üzerinden Akdeniz’in doğu sahillerinde bulunan Levant bölgesine ve Arap Yarımadasına. İlk modern insanlar 70.000 yıldan fazla bir süre önce Güneydoğu Asya’ya, 47.000-65.000 yıl önce Avustralya’ya ve yaklaşık 25.000 yıl önce Beringia’ya yerleştiler ve 14.000-23.000 yıl önce Amerika kıtasının derinliklerine doğru ilerlemişlerdir. 7 Daniel G. Bates- 21. Yüzyılda Kültürel Antropoloji, İnsanın Doğadaki Yeri. (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2018) 117. Bates’in aktardığına göre, Modern homo sapienslerin sonradan nasıl Neandertallerle akraba türlerin yerine geçtiğine dair pek çok kuram olsa da, hemen hemen herkes bunun avcı-toplayıcılık için hayati olan geçim teknolojisinde ortaya çıkan temel kültürel kırılmalardan kaynaklandığı konusunda hemfikir görünmektedir. Mızrak atıcılar gibi değişik parçalardan oluşan özel aletlerin yanı sıra, kereste, geyik boynuzu ve fildişi kullanarak kesici alet ürettiler; zamanla daha dayanıklı barınaklar ve giysiler yaptılar ve -Fransa ve İspanya’daki mağara resimlerinde son derece çarpıcı şekilde görüldüğü gibi- sanat icra ettiler. Çevrelerinde bulunmayan malzemeleri tedarik etmek için ticareti geliştirdiler ve bu ticaret sayesinde ortak bilgi dağarcıkları gelişti. Afrika’da yaşamış ilk insanlar arasında en az sekiz farklı alet yapım geleneği tespit edilmiştir. 11 çıkarmıştır. Doğayı ve dünyayı yansıtmayı, insan topluluklarının ona nasıl uyum sağladığını betimlemeyi başarmışlar (McGregor 13). McGregor’a göre belki de eski çağlardan alınacak en önemli ders, bizden önceki insanların doğanın içindeki yerlerini değerlendirebilme ve ifade etme becerisine sahip olmalarının idrak edilmesidir (McGregor 13). Avcı insan, yaşamını sürdürdüğü yerde doğanın ona vereceklerinin farkındadır, hayatını sürdürmek için avlanması gerekiyorsa atalarından öğrendiği ve bulunduğu coğrafyanın ona sunduğu imkânlarla bunu yapmaya devam etmiş ve bir sorun yaşadığında doğadan bunun nedenini anlamak istemiştir. Burada ilkel insan düşüncesinin simgeleştirme gücü ortaya çıkar; bir sonuç istediği olayda bu simgelere başvurur. Mağara resimlerinde ön plana çıkan bazı hayvanların bir ayine ait bir tür av büyüsünün içinde olduğunu söyleyen McGregor’a göre resimlerle bezenen bu mağaralar, erkeklerden oluşan avcı grupların, hem avla ilgili hem de grubun birliğinin bozulmaması için gizli ritüeller yaptığı ve gençlerin gruba katılma ritüeli için toplandığı bir inziva mekânlarıdır. Şaman figürü ve pubik üçgen, mağaraların bu ritüel için kullanıldığı düşüncesini açıkça desteklemektedir (McGregor 23). Avcı insan doğayı resmederken onu yeniden şekillendirecek hiçbir şey yapmamış, olduğu gibi çizmiştir. Bunun nedeni, amaçlarının hayatta kalmak olmasıdır. İçinde bulundukları doğada yaşamlarını belli bir standartta sürdürmek yegâne amaçlarıydı ve bunun bozulması onlar için bir cezaydı. Başlarına gelen olumsuzluğu, doğanın onlara verdiği bir ceza olarak varsaydıkları için her şeyin olduğu gibi devam etmesini istemişlerdir. Öte yandan Avcı insanın mağaralara daha çok hayvan resmi yapması, onun iyi bir izleyici olduğunun da göstergesidir. McGregor’a göre mağara resimlerinde ortaya koydukları sanat, dikkatleri, hayatta kalmalarının bağlı olduğu ayrıntılara çekmiştir. Resmettikleri dünya, onlara hayat veren ekosistemin temel esaslarına indirgenmiş halidir (McGregor 26). En eski avcıların yaşayış biçimlerinde görülen kararlılık, çevreye kesin bir uyumun belirtisidir. Her avcı takımı, kültürel, kalıtım yoluyla, ortaya çıkabilecek her duruma uygun geleneksel tepkiler edinmiştir. Avcı insanın çevreyle uyumlu hayatında önemli bir değişiklik olmamasını bu geleneksel tepkilere bağlayan McNeill, bu dönemde kültürel evrimin biyolojik evrim kadar yavaş ilerlemiş olabileceğini belirtir. Lakin iklim şartlarının değişmesiyle insanın çevreyle olan uyumunda sorunlar baş göstermeye başlamış ve avcıların yaşamlarını belirleyen bu alışkanlıklardan ayrılmaya zorlamıştır (McNeill 27-28). 12 Avcı insanın olduğu gibi kabul edip davranışlarını izleyerek avlamayı öğrendiği hayvanlar, hâlâ bilinmezlik taşıyor olmalı ki insan ona hükmetmeyi öğrenmesin. Çünkü ikisine de hükmeden daha güçlü bir bilinmez vardır. Bu bilinmez doğanın içinde bir yerdedir. Bu nedenle animizm bu kadar canlı, korku nedeniyle ceza sistemi, dualar ve arınma törenleriyle doludur. Bazı mağara resimlerinde insan-hayvan karışımı motifler göze çarpmaktadır. Burada insan, hayvandan üstün değildir çünkü ikisi de aynı doğanın parçasıdır. “Atalarımızın çevre koşullarına, komşularına ve geleneklerine karşı takındıkları tutumları açıklayabilmek için mitler üretmişizdir” (Armstrong 11). Mitolojinin insanın hayal gücünü genişletmesi, hikâyeleştirerek evreni anlatma çabası soyut düşünceyi desteklemiştir. Mağara resimlerinde hayvanlarla insanlar aynı doğrultuda somut düşüncenin etkisiyle resmedilmiştir. Bir hayvanın renkleriyle çevreye uyum sağlaması gibi insan da yaşadığı yere uyum sağlar. Bu çift taraflı da olabilir; insan kendi renklerini yansıtır. Bunu doğanın döngüsünde sürdüğü hayatın ritmine göre yapar. Ayın hareketlerini takip ederek ay takvimini oluşturur. Onunla ilgili ritüeller geliştirir. İnsan, yaşadığı bölgeyle uyumlu bir halde âdeta oraya kamufle olarak yaşamını daha kolay sürdürebilir. İlkel insanın doğayı algılayış biçimiyle ilgili giriş bölümünde değindiğimiz her şeyin bilinmeyen bir özden geldiğine dair inanış, avcı-toplayıcı toplamlarda baskındır. Çevrelerindeki bazı önemli ve değişmez maddeler bir kutsiyet kazanmıştır. Taşlar, ağaçlar ya da gökteki ay bunun tipik örneklerini gösterir: Yaptıkları her iş, onları tanrısal dünya ile ilişkiye sokan bir ayindi. Antik dünyada taş, kutsalın yaygın bir tezahürü, kutsal olanın kendini göstermesiydi. Çaba harcamaksızın kendini yenileme yeteneğine sahip olan ağaçlar da canlanır ve ölümlü erkekler ile kadınlardan esirgenen mucizevi diriliğini ortaya koyardı. Ay’ın küçülmesiyle büyümesini seyrederken insanlar kutsal güçlerin yeniden dirilişine katı ve acımasız, bağışlayıcı ve bir o kadar avutucu olan bir yasanın varlığına tanık olurlardı. (20-21) İlkel insan, doğadaki bu temel unsurlarda kutsallık arayarak yeniden diriliş mitini de oluşturmuştur. Yine Armstrong’a göre: “Eğer mit, insanların bir yolla kutsala katılmalarını sağlamıyorsa, insanlara yabancılaşır ve bilinçlerinden uzaklaşır” (Armstrong 23). Bu nedenle insanlar gökyüzünü kişileştirmeye başlamışlardır. Gök, yalnızca Ay için değil genel olarak kutsallık kazanmıştır. Bu dönemde yaratıcının gökte olduğu fikri gelişmeye başlamıştır. 13 İnsanlar, Doğu’da ve Batı’da büyük hayvan sürülerine, birçoğu büyük bir azalma içindeyken, bağımlılıktan vazgeçip, daha küçük hayvan ve bitkilerden yararlanmaya başlamışlardır. Bu nedenle toplayıcılık daha büyük önem kazanmış ve avcıların önemi azalmıştır (Crosby 26). Bates’e göre toplayıcı toplumun geliştirdiği alet, giysi ve yaşamak için barınak olarak kullandığı mağaralar günümüzde birçok düşünceyi beraberinde getirmiştir: Zamanla mızrak atıcılar gibi değişik parçalardan oluşan özel aletlerin yanı sıra, kereste, geyik boynuzu ve fildişi kullanarak kesici aletler de üretmişlerdir. Daha dayanıklı barınaklar ve giysiler yaptılar ve -Fransa ve İspanya’da mağara resimlerinde görülen son derece çarpıcı bir şekilde görüldüğü gibi- sanat icra ettiler. (117-118) Bu mağara resimleri çoğu törenin ve mitin kökeni olabilir. McNeill’e göre mağara resimleriyle sihirsel-dinsel törenlerinin izlerini bu mağara oyuklarında bırakan avcı- toplayıcılar, ince işlenmiş mitoslarla, insan ile öldürdükleri hayvanlar arasındaki ilişkiyi anlatmıştır (McNeill 29). Bu mağara törenlerinin amacı günümüzde hikâyesi bitmiş çoğu ritüelin temeli olabilir. Mezolitik çağ, Paleolitik çağa göre çok kısa ömürlü olmuştur, çünkü doğal çevre ve iklim koşulları, son iki kültürün Avrupa kıtasındaki başlangıcını ve gelişmesini Ortadoğu’ya göre bir süre geciktirmiştir. Güvenç’e göre kültürel evrim, doğal çevre ve iklim şartlarına sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Bu dönemde genellikle 20-30 kişiyi geçmeyen küçük toplumlar, yeteri kadar besin bulabilmek için, dağınık yaşamış, yabani bitki türlerini yerinde ve zamanında toplayabilmek ve hayvan sürülerini avlayabilmek için göçebeliği seçmiştir. Bu nedenle göçebe hayatı yöresel (ekolojik) özellikler göstermektedir (Güvenç 165-167). 1.3. “Hayvan Yetiştiren İnsan” ve Doğa Avcı-toplayıcı toplumların hayatı yaşadıkları bölgelerdeki tüm çevre unsurlarıyla birlikte, hayatta kalabilmek için avladıkları av hayvanlarına ve topladıkları bitkilere bağlıydı. İlkel insan, avladığı hayvanların sağladığı faydaları fark ettikçe bazılarını hayatına katmaya başlamıştır. 14 “Bilim insanları göğe yükselmekle ilgili en eski mitlerin Paleolitik çağdan kalma olduğuna ve avcı insan topluluklarının ilk din uygulayıcısı olan şamanlarla ilişkili olduğuna inanırlar” (Armstrong 27). Armstrong’a göre şamanlar, yalnızca avcı toplumlarda görülür ve ruhsallıklarında hayvanların rolü büyüktür. Bunda avcı toplum insanının hayvanlarla kendini aynı düzeyde görmesi etkilidir. İlkel insanın mağaralara çizdiği resimlerde hayvanlara gösterdiği tutuma değinmiştik. İnsanlar avlanmak için donanımlı değildi çünkü avlarından çok daha zayıf ve küçüktüler. Antropologlar modern zamanlarda yaşayan yerli insanların hayvanlara ya da kuşlara gönderme yaparken onları daha çok kendileriyle aynı düzeyde ‘insanlar’ olarak gördüklerini belirtir. İnsanların hayvana, hayvanların insana dönüştüğü öyküler anlatırlar; bir hayvanı öldürmenin dostunu öldürmekle eşanlamlı olduğundan söz ederler, bundan dolayı kabile üyeleri başarılı av gezisinden dönüşte genellikle suçluluk duygusuna kapılır. Avcılık kutsal ve büyük ölçüde gergin bir etkinlik olduğundan, büyük bir ağırbaşlılıkla yürütülen, töre ve tabularla çevrili bir törene benzer. (30-31) Zamanla hayvanlara kutsallık atfetmeye başlayarak onların ruhlarına tapmış ya da saygı göstermişlerdir. Hayvan tanrı ve tanrıçalar üretip onlara adak adamaya ve türlü ritüeller geliştirmeye başlamışlardır. Bazı hayvanların daha önemli olması coğrafi şartlarla ilgilidir, Orta Asya’da kurban için daha çok koyunun seçilmesi ya da ölen kişilerin atıyla gömülmesi, bu nedenledir. Çevresel faktörlerle o bölgede hangi hayvan daha önemliyse o daha üstün olmuştur. Zamanla hayvanlarla kendileri aynı düzlemde gördükleri için dönüşüm efsaneleri anlatmaya başlamışlardır. Mitlerle başlayan kökene dair sorular ve hikâyeler, efsanelerde yerini dönüşüm efsanelerine bırakmaya başlamıştır. Hayvan yetiştiren toplumların başlıca avları, vücutları ve yüzleri kendilerine benzediği için büyük memeliler olmuştur: Avcılar onların korkusunu sezerek korkulu çığlıklarıyla özdeşleşirlerdi. Onların da kanı insan kanı gibi akardı. Hiç de kolay olmayan bu ikilem, insanoğlunun kendine dost yaratıklarını öldürmek zorunluluğu ile başa çıkma çabasıyla bazıları sonraki kültürlerin mitolojilerinde de geçerliliğini koruyan mitler ve ritüeller yaratmasına neden oldu (Armstrong 31). 15 Dönüşüm efsanelerinde başlayan empati yeteneği sonraki dönemlerde, kış gecelerinde söylenen destanlarda çıkarılan bağrışma seslerinin kökeni olabilir. Sahlins’e göre ritüeller aracılığıyla ruhsal varlıkların çağrılması ve onların güçlerinin devreye sokulması, her çeşit kültürel pratiğin geleneksel önkoşuludur (Sahlins 19). Animizm etkisiyle oluşan şaman inancı bunun en önemli sonucudur. Şener’e göre Şamanizm inancında dünya alt, orta ve üst olmak üzere üçe ayrılmıştır ve şamanlar alt ve üst dünya arasında yolculuk yapabilmektedir. Yeryüzünde yaşayan insanların göre alt ve üst dünya arasındaki bu karşıtlıkta dengede durabilmektir. Bu dengeyi kuran en önemli kişiler de şamanlardır (Yücesoy 4). Armstrong ise Antik çağın neredeyse bütün inanç sistemlerinin odak noktasının, eski avcılık törenlerini barındıran ve insan için canını ortaya koyan hayvanların kurban edilme ayinleri olduğu belirtmektedir. Campbell’in The Power of Myth kitabından yaptığı alıntıya göre; insan için canını ortaya koyan hayvan kurban edilerek öte dünyaya gittiğinde ve geri geldiğinde insana bazı bilgiler verebilirdi, şamanların öte âleme gitme yolculuklarını buradan getirebilirdi. Bu fikirden hareketle şamanlar kurban törenlerinden alt dünyaya gitmenin bir yolunu arıyor gibidir. Altamira ve Lascaux’taki yeraltı mağaraları bunun ipuçlarını vermektedir. Bu mağara duvarlarında geyik, bizon ve midilli resimlerinin yanı sıra hayvan kılığına girmiş şaman resimleri bulunmuştur. Mağaraların bir tapınak olabileceği düşüncesi önemlidir. Şamanlar, bir nevi hayvanları taklit ederek öte dünyaya ulaşmaya çalışmıştır (Armstrong 38). Güvenç, Karmel Dağı ile Skhul mağaralarında bulunan mezarlardan, ölü gömme töresinin bu çağda oldukça yaygın bir gelenek haline geldiğini belirtmektedir. Bu merzarlarda bulunan bulgular, ölüm olgusunun Orta Paleolitik dönemde yaşayan insanlarca “uzak bir diyara doğru yolculuk” gibi algılandığı şeklinde yorumlanmıştır (Güvenç 171). Armstrong’a göre mağaralardaki bu törenlerin kalıntıları daha sonraki mitos edebiyatında da görülmektedir: Herakles’in avcılık döneminden kaldığı neredeyse kesindir. Mağara adamı gibi hayvan postlarına bürünür, elinde sopa taşır. Herakles hayvanlarla başa çıkmakta gösterdiği ustalıkla ünlü bir şamandır, yeraltı dünyasına gider, ölümsüzlük meyvesini arar ve 16 Olimpos Dağı’na, tanrılar âlemine çıkar. Yunanların hayvanlar tanrıçası avcı ve yaban hayatın efendisi diye bilinen tanrıçası Artemis de Paleolitik bir figür olabilir. (38) Dönemin ilkel insanı atalarının yaşantılarını dil sayesinde öğrenmiş ve bu sayede edinilmiş bilgileri, töreleri yani kültürü öğrenmiş ve sonraki nesile aktarmıştır. Bu nedenle Paleolitik çağ 2 milyon yıl sürmüşken, tarım ve üretim evresi 10 bin yıl içinde Endüstri dönemine dönüşmüştür. Bu hızın nedeni insan beyninin gösterdiği evrim ve teknolojik gelişmelerdir. Bunda biyolojik ve kültürel evrimin payı büyüktür (Güvenç 162-163). Bu bölümde mağaralarda yaşayan ve çevresindeki hayvanlardan doğayı, doğadaki yerini öğrenmeye çalışan insanın durumu anlatılmıştır. İnsanoğlu, ilkin hayvanlarla kendisini bir tutmuş ve evi olan mağaralara onların resimlerini çizmiştir. Kurban törenlerinin kökeni olabilecek bu ilkel kavrayış çabası ile şamanların da başlangıcı anlaşılmaya çalışılmıştır. 1.4. “Yerleşik Hayat” ve Doğa Crosby’e göre insanlığın ilk gerçek uygarlığı olan Sümer ülkesi, yaklaşık 5000 yıl önce Güney Mezopotamya’da Dicle ve Fırat nehirlerinin aşağı havzaların çevresindeki düzlüklerde ortaya çıkmıştır. Arpa, baklagiller ve mercimek gibi ekinlerle; sığır, koyun, domuz ve keçi sürüleriyle büyük ve güçlü bir uygarlık olan Sümerler, günümüz insanının aksine kendilerine hizmet eden türlerin öneminin bilincinde yaşamış kendilerini onlardan üstün görmemiştir. Tanrılara şükür bu uygarlıkta da devam etmiştir (Crosby 29). Avcı ve toplayıcı toplumların doğanın üstünlüğünü kabul ederek devam ettirdikleri yaşam, yerleşik düzene geçerek uygarlık kuran Sümer toplumunda da tanrılara olan bağlılıkla devam etmektedir. Yazının keşfiyle kil tabletlere yazdıkları ve günümüze kadar gelen Sümer mitolojisi toprağa dayalı yaşamın inşası için yaratılmış tanrı ve tanrıçalarla doludur. Bu tanrı ve tanrıçaların sayısının bu kadar fazla olması da doğaya bağımlılığın bir göstergesidir. Hayvan ve bitkilerin bazılarının evcilleştirilmeye başladığı bu dönemde avcılığın yerini hayvancılık, toplayıcılığın yerini ise tarım ve rençberlik almıştır (Güvenç 181). 17 1.4.1. Bahçe-Tarla Tarımı ve Doğa Bahçe tarımı daha çok hane halkı için uygulanırken tarla tarımı daha büyük alanlar içindir. Avcı ve toplayıcılık, küçük müdahaleler içinde yaşanan habitatta bulunan besin kaynaklarının doğal olarak toplanması üzerine kurulmuştur. Tarım etkinliği ise insan yardımı olmaksızın yaşayıp üreyemeyen yenilebilir türlerin ıslah edilmesini ve işletimini içermektedir. Bahçecilik, avcı-toplayıcılığın üzerine kurulmuş ve basit yöntemler ve aletler kullanarak küçük bahçeler halinde yapılmıştır (Bates 150-151). Bu bazı tohumların evcilleştirilmeye başlandığı anlamına gelmektedir. Avcı-toplayıcı toplumların, iklimin de etkisiyle zengin kaynaklara sahip, açıklık yerleri olan ormanlık alanlarda yaşadığı anlaşılmıştır. Yapılan araştırmalara göre küçük köylerde yaşamaya başlayan insan, özellikle Yakındoğu’da yabani buğday, arpa, mercimek ve nohut gibi baklagilleri bulabilmekteydi. Bu verimli havzada ellerindeki ürün artınca yavaş yavaş yerleşik hayata geçmişlerdir. Köy alanlarının 2500 metrekareden 2-3 hektara kadar çıktığı dönemde bahçe tarımı da yapılmaya başlanmıştır. Yabani tahıllar açısından verimli olan Yakındoğu’da pamuğun yetiştirilmesiyle dokumacılık faaliyetleri de görülmüştür (Pelt v.d. 84- 89) Yabani tohumların ekilip saklanmasıyla başlayan ilkel tarım, ürünün bir kısmının saklanarak her sene yeniden ekilmesiyle bahçe tarımına geçiş yapmıştır. Yeniden ekilerek her seferinde bir nevi daha da güçlenen tohum, kültüre alma tabiriyle yabani tohum olmaktan çıkmaktadır (Pelt v.d. 91). Bates’in botanikçi Jack Harlan’dan aktardığına göre Türkiye’nin güneydoğusunda yabanıl buğday bol ve bereketlidir. Taştan yapılmış ilkel bir orak kullanmak suretiyle yaklaşık 3 kilogram yabanıl buğday bir saat gibi bir sürede biçilebileceği, dört kişilik bir ailenin yaklaşık 3 haftalık bir çabayla yıllık hasılatı alabileceği tahmin edilmiştir. Yine Bates’e göre MÖ. 7.000’de evcilleştirilmiş bitki ve hayvanlara bağımlı köylerin artan bir şekilde yaygınlaştığı kesindir. Bu ilk dönem tarımcıların kuru tarım yaptığı ve evcil koyun ve keçi yetiştirdikleri de anlaşılmıştır. Irak’ta bulunan Jarmo kazılarında, her birinde kendine ait bir avlusu, depolama amaçlı küpü ve fırını bulunan yaklaşık 25 kerpiç duvarlı evler bulunmuştur. Jarmo’daki bağımsız haneler ve ambarlar günümüz çiftçilik anlayışına benzemektedir. Hane geçmişte de günümüzde de önemli toplumsal ve ekonomik birimdir. Bahçecilik dünyasının hemen her yerinde hane temel üretim ve tüketim birimi olmuştur. Avcı-toplayıcı toplumların başaramadığı 18 çevresel kapasiteyi arttırmayı başardıkları için de bahçeciler, çiftçiler zamanla daha baskın hale gelmiştir. Bahçecilerin geçinmek için yaptıkları zorunlu işlerden sonra kendilerine ayıracak vakti kalmaya başlamıştır. Bu vakitlerde yemek kültürünün gelişmesi ya da bazı törenler düzenlemek için çok uygundur (Bates 154-158). Bu sayede birçok mevsimsel festivalin kökeni atılmıştır. Farklı coğrafyalarda tarım üzerine geliştirilen inançları ve basit teknolojik aletleri karşılaştırmak için Sümer ve Yunan mitolojilerinden örnekler sunulacaktır. Sümer ve Yunan mitolojisinde farklı tanrı ve tanrıça isimleriyle benzer bir tarım hayatı göze çarpmaktadır. Yunan mitolojisinde baş tanrı Zeus iken burada Enlil’dir. Enlil, “Tanrıların babası”, “evrenin kralı” gibi isimlerle anılan bir hava-tanrısıdır. İnsanlar ve hayvanlar için bitkiler tasarlamaktan sorumludur ve ilk tarımsal aletlerden olan kazma ve sabana biçim vermiştir (Kramer). Sümer mitolojisinde tarımsal faaliyetler için gerekli her alanın bir tanrısı vardır, bu Yunan mitolojisinde de geçerlidir. Aynı işlevleri farklı isimdeki tanrılar üstlenmiştir. Hayvan yetiştiren ve tarım yapan bu halk, âdeta basit bir uygarlık kurmuştur. Ahırlar ve ağıllar kurarak, hayvanların yağ ve sütünden yararlanmış, kentlerinin sınırlarını çizmiş ve “kadın işi” olarak tabir ettikleri dokumayı da keşfetmişlerdir (Kramer 16). “Kazmayı var etti, ‘gün’ü yarattı, Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi, Kazmaya ve sepete ‘kudret’ yükledi.” “Kötü... bitkilerin başını o ezer, Köklerini çeker, çıkarır, başlarını koparır, ...bitkileri kazma kurtarır” Kazmanın yaratılışı bölümünde yer verilen bu dizelerle basit tarım aletlerinden kazmanın nasıl kullanılacağı anlaşılmaktadır. İnsan gücüne dayalı ilkel tarımda kazma ve saban çiftçinin büyük yardımcısıydı bu nedenle bu kadar önemli sayılmaktadır. Aynı dizede sepete de yer verilmiştir, bu durum bölgedeki sulak alanlardan toplanan sazlıkların günlük hayatın parçası olan sepet yapımında kullanıldığını göstermektedir. Kazmanın nasıl kullanılması gerektiği ve 19 işlevinin ne olduğunun anlatıldığı ikinci örnekte ise özellikle yabani otlar için kazmanın ne kadar işlevsel olduğu anlaşılmaktadır. “Onun kenti kana kana su içer, ... Acı su kaynakları iyi su kaynağı oluyor bak, Tarlaları ve çiftlikleri ekinler ve tahıllar üretir" Ekin için suyun ne kadar önemli olduğunu gösteren bu dizelerde bahsedilen su kaynakları, Fırat ve Dicle nehirleri olabilir. “Sabanı ve boyunduruğu o gösterdi, Yüce prens Enki... öküzün... sağladı; Saf ekine o kükredi, Sonsuz tarlada tahılı yeşertti ...Enki onun iri, ufak bakla vermesini sağladı...” Sabanın kullanımını özetleyen bu dizelerde tarımın hayvancılıkla iç içe olduğu görülmektedir. Yetiştirdiği büyükbaş hayvanını saban yardımıyla tarlasını sürmek için kullanacaktır. Tahıl olarak baklaya yer verilmiştir. Bakla, kolay yetişen baklagillerdendir ve toprağa yüksek verim kazandırmaktadır. Günümüzde tarla tarımı yapılacak olan alanlarda önce bakla ekilip tarlada bırakılır ve böylelikle bakladaki yüksek azot toprağa geçerek verimi artırır. Sümer halkı bulunduğu coğrafyanın elverişli koşulları sayesinde bol miktarda tahıl yetiştirebilmiştir.8 Yunan mitolojisinin önemli eserlerinden olan İşler ve Günler ile Çiftçilik Sanatı’ndan alınan aşağıdaki dizelerde iki farklı coğrafyanın benzer tarımsal aletleriyle bahçe tarımını nasıl geliştirdiklerine dair bilgilere yer verilmiştir. “Ekinini biç, görünce gökte Pleiad yıldızlarını, Atlas kızlarını Görünmez oldukları zaman da ek toprağını" 8 Samuel Noah Kramer, Sümer Mitolojisi. (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2018) Örnek olarak verilen dizeler bu kitaptan alınmıştır. 20 “Ve insanlar bilemeye başlayınca oraklarını Gözükürler yeniden gökte.” 9 (385) Atlas kızları diye anılan Hesperides, Hyades ve Pleiades, burada takımyıldızı olarak da bir anlam ifade etmektedir. Buna göre ekini ekmeden önce göğün durumuna dikkat etmeleri gerekmekteydi. İnsanlar ekinlerini ekmek için toprağı hazırlamaya başlayınca bu yıldızlar gökte gözükmektedir. “Yaş meşeden bir sap bul, En dayanıklısı odur... İki saban yap kendine evinde Biri parçasız olsun, biri parçalı. Biri kırılırsa ötekine koşarsın öküzleri.” (430) Meşe ağacını saban yapmak için en dayanıklı ağaç olarak tanımlayan şair, sabanları öküze bağlamasını tavsiye etmektedir. Böylece öküzleri sabana bağlayarak tarlasını sürebilir. “İşe koyulmadan turnanın sesini bekle; Bulutların ardından gelsin her yılki çığlığı, Ekin zamanını o haber verir,” (445) Ekin zamanını bir turna kuşunun sesiyle özdeşleştiren şair, bahçe tarımına başlamak için çiftçiye yaşadığı bölgede bilenen bir kuş sesiyle ipucu vermektedir. “Ekeceğin toprak dinlenmiş olmalı, Baharda havalanmış, yazın çapalanmış olmalı.” (460) Toprağın daha verimli olması için bazı pratik bilgilere de yer vererek toprağı çapalamak gerektiğini ifade etmektedir. “Toprağın Zeus’una, ak yüzlü Demeter’e dua et 9 Hesiodos, Theogonia, İşler ve Günler. (İstanbul: Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları, 2021) 63. 21 Olgun dolgun etsin kutsal başağı.” (465) Bahçe tarımında buğdayın önemi büyüktür, hem kolay yetişmesi hem de ekmek yapımında kullanılması onu çok elverişli bir tohum haline getirmiştir. Yunan mitolojisinde baş tanrı sayılan Zeus ve bereket tanrıçası olarak kabul edilen Demeter, bu şiirde de toprağın ve ürünün bereketli olması için hatırlanan önemli tanrı ve tanrıçalardır. Yunan mitolojisinde Zeus’un kızı olan Demeter, ekinlerin tanrıçası olarak kabul edilmektedir (Altınörs, Ayar 80). Buğday, Yunan mitolojisinde şekli itibariyle toprağın rahmine benzetilmiş ve insan vücudunun meyvesi sayılmıştır. Demeter, hem toprağın koruyucusu hem de buğday tanrıçasıdır ve buğday başağıyla sembolize edilmektedir (Gezgin 76). “Bir tırmıkla örtsün tohumların üstünü Kuşlara yem olmasın diye.” (470) Ekilen tohumun üstü tırmık adı verilen tarım aletiyle kapatılmalıdır. Böylece kuşlar açıkta kalan tohumları yiyemezler. Kadim inanışlarda tohum; kurda, kuşa, aşa diyerek toprağa atılır ve bir kısmının yeryüzündeki diğer canlıların hakkı olduğu belirtilirdi. Burada da ekilen tohum ister istemez toprak kurdunun ve kuşların olacaktır ama üründen daha çok verim almak için bazı tarım aletleri keşfederek bunları kullanmaya başlamaları bahçe tarımı için önemli bir adımdır. Hesiodos’un öğrencisi olarak bilinen Vergilius, Çiftçilik Sanatı adlı kitabında hububat ekimi, ağaç yetiştirme, hayvancılık ve arıcılık hakkında bilgi vermektedir. Kitabın ilk bölümü olan hububat ekiminde, ekinlerin nasıl yetişeceği, toprağın hangi yıldızlara göre alt üst (çapalama) edileceği gibi zirai konulara yer vermiştir. Bu şiir de birçok tanrıyı içinde barındırmaktadır. Kırların tanrıları Faunuslar, koyunların bekçisi Pan, zeytinin mucidi Minerva daha ilk dizelerde yer almaktadır. “Daldırmadan demirimizi hiç bilmediğimiz bir tarlaya, İlkin öğrenmeliyiz rüzgârları, göğün değişik hallerini, Atadan kalma ekim biçimlerini, toprağın yapısını, Hangi bölge ne ürün verir, hangisi ne ürün vermez.” (50) 22 Burada bahsedilen demir, öküzlerin bağlandığı sabandır. Tarım ve hayvancılığın birbirine bağımlı olduğuna güzel bir örnektir. Hayvan yetiştiren insan, ekin ekerken yetiştirdiği öküzlerinden yararlanmaktadır. Topraktan ve tarım ürününden verim olabilmek içinse inandığı tanrı ve tanrıçaların yanında yaşadığı bölgenin doğasını öğrenmelidir. Atadan kalma ekim biçimleriyle ondan önce geliştirilen basit tarım aletlerini, örneğin sabanı kullanmayı bilmelidir. “...sabanla hafifçe karıp kaldırmak yeter de artar, Böylece bir yandan yabani otlar olgunlaşan ekinleri boğmaz” (65) Sabanla hafifçe karıp kaldırmakla günümüzde de uygulanan çapalama yöntemini tarif etmektedir. Böylece hem toprak havalanır hem de yabani otlar temizlenir. “Hasat edilmiş toprağı yılda bir nadasa bırak, dinlensin" (70) “...yine de bir onu bir bunu ekersen toprak rahatlar, Yeter ki kuru toprağı zengin gübreyle beslemeye üşenme, Yorgun tarlana kirli küllerden serpmeye" (80) Birkaç kez aynı tarladan ürün alınınca toprak yorulur bu nedenle bir sene dinlendirilmesi toprağın verimi için iyi bir yoldur. Buna nadasa bırakmak denir ve şair de ilk olarak bunu tavsiye etmektedir. Toprağı gübrelemek ve kül kullanmak da verim için çok önemlidir, yetiştirilen hayvanın gübresi ve yakılan odunun külü de toprağın daha verimli olması için kullanılan yöntemlerdir. Günümüzde organik tarım yapan çiftçiler bu yöntemleri sıklıkla kullanmaktadır. Yer verdiğimiz alıntılardan da görüldüğü gibi, evcilleştirilen ilk bitki ve hayvanlar Orta Doğu ve Akdeniz bölgesinde doğal ve yabani olarak bulunmaktaydı. Yabani buğday, arpa ya da koyun ve keçi Tarım Devrimi öncesinde de bu bölgenin Mezolitik kültürlerinde yer almaktaydı (Bates 187). Bunun izlerini Sümer mitolojisinde görmekteyiz. İsrail’in Taberiye Gölü yakınlarında da arpanın 23 bin yıl öncesinde insanlar tarafından toplandığı tespit edilmiştir (Gezgin 76). Bu tohumların bütün bir yıl değil de ilkbaharın sonu ve yaz başında olgunlaşması bölge insanının bu mevsimler üzerine bir hayat kurmasını sağlamıştır. Doğanın kışın ölüp baharda yeniden canlandığına dair inancın kökeni bitkilerin bu mevsimsel döngüsü üzerine kurulmuştur. 23 Yerleşik düzende, tohumların iklim ile olan ilişkisini mevsimsel törenler ve mitler ile anlamlandırmaya çalışılmıştır. Bu tohumların yaz başında ve ilkbaharda olgunlaşıp sonra hasat vermeleri doğaya dair takvimi ve yaşamı etkilemiştir. Doğanın verimi için yapılan törenler bu dönemlere rast gelmektedir. Biyolojik evrimde canlılar mevsimler üzerine kuruludur, insanlar da mevsimlere bağlı hatta bağımlıdır. Kadının anaerkil toplum düzeninde yeri de bu döneme dayandırılabilir. Avcı-toplayıcı yaşamı benimsemiş önceki toplum düzeninde erkek sahip olduğu güçlü vücudu sayesinde avcılıkta gelişmiş, kadın ise daha çok toplayıcılıkta gelişme göstermiştir. Tohumların evcilleştirilmesinin kökeni tam olarak bilinmese de toplayıcılıkta gelişen kadınların tohumları evcilleştirebileceği düşünülebilir (Güvenç 191). Doğaya “tabiat ana" diyen toplumlarda doğanın verimi kadına benzetilirken; hayatını “Tanrı”lara bağlayan toplumlarda doğaya hakim olmakla erkeğin hakimiyeti arasında bir paralellik vardır. Bahçecilikten sonra gelişme gösteren tarla tarımında ise daha çok hayvan gücünden yararlanılmasıyla başlanmıştır. Burada da bahçecilikte olduğu gibi temel amaç hanenin geçimini sağlamaktır. Küçük gruplar halinde yaşayan ilk tarım toplulukları komşu gruplarla yine tarıma dayalı alışverişler yaparak ekonomiyi geliştirmiş olabilirler. Bahçecilerin pazar ekonomisine dahil olabildiği gibi tarla tarımı yapan çiftçiler de pazar ekonomisini devam ettirmişlerdir. Böylelikle bir “köylü sınıfı”nın oluştuğu belirtilirken bu pazarlardan elde edilen kazanç direkt köylülere değil, yine zamanla oluşan kent seçkinlerine gitmeye başlamıştır. Buna rağmen köylüler için çiftçilik bir yaşam biçimi ve toplumun içinde yer alan hanelerinin geçim kaynağı olmuştur (Bates 176-177). 1.5. “Uygar” İnsan ve Doğa İnsanın doğaya hakim olmasıyla kültür artar mı? Bu soruya yerleşik hayata geçerek uygarlıklar kuran toplumlar aracılığıyla cevap verebiliriz. Görülmektedir ki ilkel insan, uygun coğrafi şartlarda, tohumları ve hayvanları evcilleştirerek yerleşik hayata geçmiş ve tahılları depolamayı ya da komşularıyla paylaşmayı öğrenmiştir. Böylelikle ekonomi ve siyasi gelişmiş, ilk tarımsal aletlerden endüstriyel üretime gelişim yolculuğu başlamıştır. Yerleşik hayata geçişle doğadaki hakimiyetini arttıran insanoğlu, oluşturduğu köy yerleşimlerinde tükettiğinden fazlasını üretmeye başlayınca yaşamak için üretmek zorunda 24 olmayan sayıca az ama nüfuzca kalabalık kasaba ve kentlerde yaşamaya başlamıştır (Bates 192). Besin üretmek zorunda olmayan ve temel yaşam gereksinimlerine daha kolay ulaşmaya başlayan insanoğlu, hayatına başka alanları dahil etmeye başlamıştır. İlkel insanın gündelik hayatını kaplayan avcılık ve toplayıcılık faaliyetleri bu dönemde hayatın sadece bir bölümü işgal etmeye başlamış ve böylece yarı uygar hayata geçen insan başta teknolojik gelişmeler olmak üzere birçok alanda gelişmeye başlamıştır. Bu kent ve kasaba yerleşimlerinin büyümesi, bulundukları bölgenin coğrafi yapısı ile de doğrudan ilgilidir. Orta Doğu bölgesi, uygun iklim koşulları sayesinde dünyadaki diğer bölgelerden daha kolay ve hızlı şekilde büyümüş ve güçlü devletlerin bu bölgede kurulmasını sağlamıştır. İlk olarak tarıma dayalı büyüyen bu sistemler belli teknolojik gelişmeleri de beraberinde getirmiş ve yakın coğrafyalara yaymıştır. Asur ve Sümer’de görülen astronomi faaliyetleriyle toprağın ne zaman ve nasıl ekileceğini bilen, mevsim ve nehir taşmalarını önceden haber veren gözlemevleri inşa edilmiş ve böylece artı ürünün kontrolü sağlanmıştır (Bates 194). Bahar festivalleri ilkel topluluklarda daha önemliydi çünkü gündelik yaşamı buna bağlıydı. Takvim ona göre şekillenirdi ama günümüzde asıl hedefi bu değildir, kültürel olarak günümüzde farklı bir konumdadır. Küçük, kapalı toplumlarda daha iyi korunan bu yaşam tarzı günümüzde her yerde mümkün değildir. Sahlins’in “New York Times” gazetesinde, Pew Araştırma Merkezi tarafından 2017 yılında yapılan bir anketten alıntıladığına göre, Amerikalıların %60’ı astroloji, cansız nesneler (mesela dağlarda ve ağaçlarda) ruhsal bir enerjinin varlığına veya yeniden dirilişine inanmaktadır (Sahlins 21). Günümüz insanının ritüelleri takip etmesi, astrolojideki bazı günlere göre şans geldiğine inanması, belirli günlerde saç kestirmesi ya da bereket getireceği inancıyla nar kırması ve bahar geldiğinde bileğine marteniçka takması gibi ritüeller o ilkel zamanların kalıntısıdır. Hâlbuki şimdilerde, bir narı bahçesindeki ağaçtan koparan ya da baharla gelen göçmen kuşları yakından gören insanlar kendilerini şanslı saymaktadır. Yine Sahlins’e göre insanların kültürü ele geçirmesiyle başlayan kültürel devrim, içkin evrenin baştan aşağı yeniden düzenlenmesiyle “din”, “siyaset”, “bilim” ve “ekonomi” gibi aşkın alanları yaratmıştır (Sahlins 21-22). İnsanın yaşayış biçimini avcı-toplayıcılıktan günümüz toplumlarına getirdiğimiz bu bölümde yaratılan tanrılara, doğaya bakış açısına ilkel insandan uygar insana değişen algılama biçimini gördük. Hayatı algılayış ve yorumlama 25 biçimlerindeki animizm ve tabular zamanla paganizmi ve devamında dinleri; yerleşik hayata geçişle başlayan küçük köylerdeki tarım, zamanla pazar ekonomisini ve giderek büyüyen toplum yapısı, aralarında yaşayan fikri ayrılıklarla siyaseti doğurmuştur. Tüm bu gelişmelerin yanında doğaya hakim olmak ve onu terbiye etmeye çalışmak, ekolojik dengeyi bozmaya başlamıştır. Mağarasına kendisiyle aynı düzlemde hayvan resimleri çizen ilk insanlardan, fabrikalarda üretilen yiyeceklere ve bu üretimin neredeyse hiçbir aşamasını görmeyen uygar insana gelişim gösterilmiştir. 26 2. BÖLÜM İNSAN, DOĞA VE KÜLTÜR İLİŞKİSİ ÜZERİNE BAZI GÜNCEL YAKLAŞIMLAR VE TUTUMLAR İnsan, doğa ve kültür üzerine değindikleri önem bakımından bazı kuramlara bu bölümde yer verilecektir. Tezin giriş bölümünde ilkel insanın avcı-toplayıcılıktan yerleşik hayata geçiş evreleri ve kültürel evrimi anlatılmıştır. 19. yüzyıldaki modern kuramlar, kültürel evrim çevresinde gelişmiş, toplumları basitten karmaşığa doğru incelemeye çalışmış ve bu sebeple tek hatlı kültürel evrim kuramları olarak adlandırılmışlardır. Charles Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabında ele aldığı evrim düşüncesinin yanında antropoloji alanında; Edward Tylor’ın mit ve din ile ilgili düşünceleri, Lewis Henry Morgan’ın akrabalık kurumuna evrimsel bakış açısıyla yaklaşması ya da determinizmin ırklar ile açıklanmaya çalışılması bu alanda atılan önemli adımlardır. Tylor, Spencer ve Lewis Henry Morgan kültürün, zaman geçtikçe rastgele ve tahmin edilemez bir şekilde değişmesinden ziyade, evrimleştiğini vurgulamıştır (Lavenda, Schultz 300). Edward B. Tylor öncülüğünde ortaya çıkan Gelişme Kuramı, insan ruhunun her yerde bir ve aynı olduğunu ve bu özelliği dolayısıyla zaman içinde, birbirinden habersiz olarak gereksinim duyduğu anda benzer ürünler yaratacağını savunmaktadır. Günümüzde farklı toplumlarda benzer geleneklerin, inançların ve yaratmaların bulunmasının sebebini buna bağlayan kurama göre, insanların yarattıkları ve uyguladıkları ürünler arasında benzerlikler olabilmektedir (Ekici 102). Bu benzerliklerde çevrenin katkısı büyüktür. Örneğin, tarım toplumlarında bereket tanrılarının adı değişse de görevi ve halk tarafından onlara yüklenen anlamlar aynıdır. Evrimsel Halkbilimi Teorisi diye de bilinen bu kuram, Darwin’in Evrim Teorisi’nden etkilenmiş, bunun yanında “kültürel gelişme” kavramı ışığında folklorun kaynağını değişik kültürel dönemlerde aramıştır. Tylor’a göre bütün toplumlar arasında hayat tarzı, gelenekler ile dini ve edebi kavramları arasında benzerlikler vardır. Bu benzerliklerin nedeni de insan tabiatının, zihninin ve düşüncesinin temeli ile insanlık kültürünün geliştirdiği gelişme yollarının benzerliğidir (Çobanoğlu 162). Bu düşüncede kültürel evrimin katkısı vardır. Tylor, animizm terimini din yerine kullanarak tanrılara olan inancın ruhlara olan inançtan 27 kaynaklandığını düşünmektedir. Burada ruh anlamına gelen anima kelimesini kullanan Tylor, ilkel dinde tüm varlıkların ruhu yani animası olduğuna inanır. İlkel dinde somut olarak görünen ruh, modern dinde soyuttur ve insana özgüdür (Segal 28-29). Bu ilkel insana özgü somut düşünce tarzının bir özeti niteliğindedir. Uygar insan ise kültürün ilk dönemlerinde gelişen bu mitleri, Tylor’a göre dini sistemleri geliştirmeye başlamış ve insanlık tarihinin bu ilkel dini sistemlerini animizm olarak adlandırmıştır (Çobanoğlu 162). Kültürel gelişimin basitten karmaşığa doğru ilerlediği düşüncesiyle gelişen bu kuram tek hatlı evrim kuramı olarak kabul edilmiştir. Tek hatlı evrim kuramının Tylor dışında başka savunucuları da vardır. Evrimciler (Evolüsyonistler) olarak da adlandırılan bu teorisyenler, Morgan, Spencer, Tylor, Bachofen, Maine ve Marx gibi antropologların ortak teorisi; sosyal gelişmedir. Sosyal kurum ve davranışların “ilkel”den “uygar”a doğru dönüşmesidir. İlkellikten uygarlığa doğru genel ve kaçınılmaz bir evrim vardır (Güvenç 76). Edward Tylor’a göre herkesin doğuştan gelen yetenekleri, zekâ ve kültürel potansiyel açısından eşittir. Bu nedenle kültürel çeşitliliği açıklamak için evrime başvurmaktaydı. Tek hatlı evrim teorisine göre kültür bir dizi evrimsel aşamayla ilerlemekteydi. Toplumların birbirinden farklı oluşlarının nedeni bu yola farklı noktalardan başlamaları ve farklı hızda yol olmalarıydı. Basitten karmaşığa doğru yol alan bu kültürel evrimi, biyolojik olarak canlı bir organizmaya benzetip ilkel toplumları da fosillere benzeterek günümüzde devam eden geleneklerin kökenini bu fosiller aracılığıyla ama etnikmerkezci ve cinsiyetçi yaklaşımla incelemekteydi. Tylor’a göre anaerkil toplumların zamanla ataerkil toplumlar haline gelmesi ileri bir atılım olarak görülebilirdi. Bunu bir örnek olarak, Balkan düğünlerinde damadın kızı kaçırması örneğine dayandırmış ve eski zamanlardan kalan simgesel bir düşmanlığın dışavurumu olabileceğini belirtmiştir (Bates 24). Tek doğru üzerine kurulan bu evrimci bakış açısı kültürel değişime net sebepler sunamamıştır. 20. yüzyılda yine tek çizgili evrimsel hat takip edilmekle birlikte bu dönemde Difüzyonist (Yayılma) Kuram öne çıkmıştır. Bu yaklaşıma göre çeşitli toplumlardaki keşifler, icatlar ve kültürel gelişmeler birbirinden bağımsız veya paralel değildir. Keşifler ve gelişmeler belli merkezlerden çevreye ve dünyaya yayılarak bir kültürel süreç başlatmıştır (Bates 79). Yayılma kuramının savunduğu bu düşüncenin yanında Franz Boas, kültürlerin bazen daha kompleks bir hale gelmek yerine zaman içinde basitleştiğini ve bazı kültürel özellikleri komşularından alabilecekleri gibi birbirinden ayrı toplumların bağımsız olarak da kültürel özellikler keşfedebileceğini ifade etmiştir (Lavenda, Schultz 304). Böylece Tylor ve diğer 28 kültürel evrimci kuramcılar ile başlayan insan ve kültür olgusu farklı bakış açılarıyla genişlemeye ve incelenmeye başlamıştır. Franz Boas, bireysel eylem ve âdetler üzerine odaklanarak evrimsel süreçlerin bireysel eylemlerin uzlaşmayla ve âdetle olan ilişkisini açıklamaya çalışmıştır. İlk kuramlarda görülen kültürel benmerkeziyetçiliğin yerini kültürel görecelik almaya başlamış ve toplumlar kültürel sistemleri içinde araştırılmaya başlanmıştır. Böylece araştırmacılar, kendi toplumsal yapısının getirdiği bakış açısı yerine inceledikleri toplumun bakış açısını anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Evrimci kuramların yanında Boas, her kültürün bir başkasıyla karşılaştırılamayacak tekil bir kendilik olduğu fikriyle kültürel göreceliği ilk defa ortaya atmıştır (Özbudun v.d. 92). Buna göre tikel bir halkın kültürel gelişimini tek bir evrimsel şema ile anlamamız mümkün değildir (Özbudun v.d. 92; Boas 285-286). İlk dönem evrimci kuramlarının basitten karmaşığa fikrine indirgediği evrimci bakış açıları sonraki dönemlerde toplumların farklı yollardan gelişme gösterebileceği fikrini açığa çıkarmıştır. Kültürel evrimci kuramların yanında çevre-insan ilişkisi bakımından coğrafyanın önemi büyüktür. Coğrafya bilimi içinde tartışılan çevresel determinizm anlayışında, insanın doğanın bir ürünü olduğu ve çevresiyle etkileşimde olduğu kabul edilmiştir. Buna göre çevre ve insan karmaşık bir ilişki içindedir ve birlikte gelişme göstermektedirler. Çevresel determinizmde çevre, insan faaliyetlerini kontrol etmekte ve toplumun farklı gelişim süreçlerini belirlemektedir. Doğa bağımsız değişkendir, insanın evrimi ve sosyal özellikleri bağımlı değişkenlerdir (Gümüşçü, Yılmaz 31-35). Bu anlayışa göre insan doğaya bağımlı ve çevre karşısında pasiftir. Bu bakış açısında kültürel evrimin merkezine çevre konulunca tüm sosyal değişmelerin sebebi doğa şartlarına indirgenmiştir. İnsanın yeryüzünden bağımsız araştırılamayacağını belirten Semple’e göre yeryüzü insana annelik yapmış, görevlerini öğretmiş ve düşüncelerine yön vermiştir. Çevresel faktörler, ırk farklılıklarının yanında kültürel uygulamaların da belirleyicisi olmuştur (Gümüşçü, Yılmaz 36-37). Çevresel determinizme karşı olarak gelişen posibilizm ise insan-çevre ilişkisi “doğal çevre insani gelişme için olası yollar sunarak kesin olanı insan seçer” anlayışı ile pasif durumdaki insanı çevre karşısında daha baskın hale getirmektedir. “Doğa, kültürler arasındaki farklılıkların oluşumunda etkilidir ancak belirleyici faktör değildir. İnsanlar, doğa içinde kendi seçimleri ile kültürlerini oluşturabilirler” (Gümüşçü, Yılmaz 38). Pozibilizm ile kültürel farklılıkların kaynağı çevre şartlarından çok toplumların gelişme göstermek için seçtiği yollar olarak yorumlanmıştır. Böylece çevresel adaptasyon kavramı ortaya çıkmaya başlamıştır. 29 Kültürel antropolojiye getirilen yeni evrimci bakış açılarıyla biyolojik evrim önem kazanmış ve biyolojik determinizm reddedilmeye başlanmıştır. Yeni evrimci antropologlara göre kültürel evrimin yorumlanmasında organizmaların biyolojik evriminin yanında insan biyolojisi evriminin de çevreye adaptasyonda önemi büyüktür. Çevre, insanın kültürel çeşitliliğinin bir sebebi olarak kabul edilmiş ve böylelikle 20. yüzyıl ortalarında çevresel (ekolojik) antropoloji anlayışı gelişim göstermeye başlamıştır (Lavenda, Schultz 312). İlk kuramların kültürel çeşitliliği evrime bağlamasının yanında çok hatlı bakış açısını kazandıran yeni kuramlar, kültürel evrimi insanların çevreleriyle etkileşimlerinin ürünü olduğunu savunmaktadır. Bazı antropologların, yerel halkları yerinde gözlemlemeye başlamasıyla bu alandaki perspektif de değişmeye başlamıştır. Bates’e göre sanayileşmemiş halkların çevrelerindeki kaynakları elde etmede kullandıkları örgütsel ve teknolojik ilkelerin sadece ilkel olarak nitelendirilmeyip genelde pratik ve başarılı stratejiler olduğu açığa çıkmıştır (Bates 29). Bu durumda insanın çevreyle kurduğu ilişki ve adaptasyon becerisi göze çarpmaktadır. Bölgesel şartlara göre gelişim gösterilmiştir. Tek hatlı evrim kuramlarının aksine Julian Steward, çok hatlı bir evrim kuramını geliştirmiştir. Steward’a göre evrimin yerel koşullara uyarlanmış birden fazla biçimi vardır (Özbudun v.d. 148). Steward, belirli kültürlerin çevreleriyle olan etkileşimlerini inceleyerek bir toplumun veya kültürün, içinde bulunduğu çevreye uyarlanma süreci olarak ifade edilen kuramıyla ekolojik antropolojiye büyük katkı sunmuştur. Bu kuramın içine difüzyonu da eklemiştir (Ateş 133). Çünkü birbirine yakın bölgeler benzer kültürel etkileşimlere açıktır. Steward’ın kültürel ekoloji olarak adlandırılan bu kuramı, kültürel çeşitliliğe kültür ve (komşu popülasyonların yanı sıra iklim, arazi ve doğal kaynaklar dahil) fiziksel çevrenin eşzamanlı incelenmesiyle yaklaşmaktadır (Bates 30). Bu sayede tek hatlı evrimin evrensel bakış açısı yerine, her bir kültürün kendi özellikleri ile gelişimine bütüncül bir şekilde odaklanılmıştır. Steward, her bir toplumun çevreye uyarlanma süreçleri içindeki tikelliklere vurgu yaparak çok hatlı bu evrim kuramını oluşturmuştur. Aynı ya da benzer çevre koşullarının benzer teknolojik buluşlara yol açtığı, bunun da benzer siyasal, toplumsal ve dinsel kurumların boy göstermesinde etken olduğunu savunmuştur. Steward, geçim pratiklerine en yakın kültürel özellikleri, kültürel çekirdek olarak tanımlamış ve bir kültürün kalıcı ögelerini, örneğin din, bu çekirdekte toplamıştır. Bunun dışında kalanlar, örneğin, sanatlar örüntüler, bireysel davranışlar 30 ve moda çevresel olarak sınıflandırılmıştır. Çevre daha geniş ve bağımsız etkilere açıktır bu nedenle ilk kuramcıların savunduğu difüzyondan daha fazla etkilenmiştir (Özbudun v.d. 165). Leslie White, Steward’ın kültürel ekoloji kuramına bazı eklemeler yaparak genişletmiş ve şu üç önemli noktaya değişmiştir: (1) Bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesi (antik dönemin tarım devrimi), (2) Makineleşmenin başlangıçları, (3) 20. yüzyıl ortalarında atomik enerjiden teknolojik açıdan yararlanılması. Çevresel adaptasyon ile insanlar yaşadıkları çevrenin kendi yararlarına göre şekillenmesini sağlamıştır. Gelişmenin temelinde birçok unsur vardır ve bu nedenle kuramın adı “çok çizgili evrimcilik” olarak adlandırılmıştır. Benzer toplumlardaki yerel evrimsel gidişatın toplumun kültürüne, teknolojisine, her toplumun adapte olduğu belirli çevreye bağlı olarak nasıl farklı yönlerde seyredebileceğini göstermiştir (Lavenda, Schultz 313-314). Kültürel ekolojinin zeminini oluşturan bu çok-hatlı evrim düşüncesi, evrimin yerel koşullara uyarlanmış birden fazla biçiminin olduğunu varsaymış ve tikel çevrelerin, içlerinde yaşayan kültürler üzerindeki etkilerine odaklanmıştır (Özbudun v.d. 163). Benzer kültürlerin benzer çevre koşullarıyla açıklanması üzerine kurulu olan bu ekolojik kuram, toplumlararası kültürel benzerlikleri çevresel determinizmden ayrılarak açıklamaya çalışmıştır. Kültürel ekoloji yaklaşımını benimseyen Karl W. Butzer, kültürel ekolojistlerin insanın ekosistem içindeki rolünün üç şekilde incelendiğini belirtmiştir: 1. Özellikle insanların beslenme alışkanlıkları, teknoloji, yerleşme, üreme ve yaşama biçimlerinin doğal kaynakları kullanmaya etkileri, 2. Maddi ve maddi olmayan kültürel değerlere bağlı olan kültürel davranış biçimleri ve çeşitliliği, 3. Demografik değişkenler ve sürdürülebilirlik ilişkileri açısından yiyecek üretimi ve bu konudaki değişimler (Arı 77; Butzer 686). Çalışmanın bu bölümünde çevresel determinizm ve posibilizm yanında kültürel antropolojideki bazı kuramların çevre-insan ilişkisine nasıl yorumlar getirdiğine değinilmiştir. 31 Buna göre ilk kuramlardan ziyade, farklı perspektifler sunan yeni kuramların yanında dünyada gelişen bazı tutumların savunduğu doğa temelli fikirler bu bölümde incelenecektir. Maddi ve maddi olmayan kültürel değerler ve sürdürülebilirlik konuları bizi daha çok ilgilendirmektedir. Derin Ekoloji, Ekofeminizm, Slow Food ve Agroekoloji kavramlarına çevre-insan ilişkisi bağlamında yer verilmiştir. 2.1. Derin Ekoloji Derin ekoloji anlayışı doğadaki tüm canlıların yaşam hakkını savunma amacıyla Arne Naess öncülüğünde şekillenmiştir. İnsanın doğayı kendi menfaatleri için kullanıma açık hale getirmesini eleştiren Naess, bu duruma karşı çıkmaktadır. Derin ekoloji, insanmerkezci insan/doğa “düalizmi”ni ekoloji karşıtı inanç ve pratiklerin temeli olarak görmektedir (Garrard 45). Garrard’ın, Arne Naess’in Sessions Deep Ecology for the Twenty-First Century adlı kitabından alıntıladığı derin ekolojinin önemli maddeleri şöyledir: -Dünyadaki insan ve insandışı yaşamın refahı ve gelişmesi asli değer taşır. Bu değerler insandışı dünyanın insani amaçlar için kullanışlı olmasından bağımsızdır. -İnsan yaşamının ve kültürlerin gelişmesi ancak çok daha küçük bir nüfusla mümkündür. İnsandışı yaşamın gelişmesiyse daha küçük bir nüfusu zorunlu kılar (Garrard 42; Sessions 68). Derin ekoloji kavramı dünyanın iyiliği için nüfusun azaltılması gerektiğini ifade etmektedir. Bu katı tutumları, onları diğer kuramlardan ayırmaktadır. Bunu savunmalarının nedeni kalabalıklaşan toplumlarda doğaya karşı saldırganlığın artması ve geleneklerin yitmeye başlamasıdır. Naess’ten alıntılan derin ekoloji tavrı şöyledir: Derin ekoloji insanları sadece ekosferin tüm üyelerine karşı eşitlikçi bir tavır almaya çağırmakla kalmaz, bunu ekosferdeki tüm varlıklar ve türler için de ister. Böylece aynı tavrın nehirlere, arazilere, hatta çeşitli canlı türlerine ve kendi içinde sosyal sistem olarak nitelendirilen varlıkların (veya türlerin) tümüne karşı sergilenmesi beklenir.” Bu bakış açısı ekolojik kültür içinde düşünülebilir. (43) 32 Derin ekoloji hareketi doğadaki her şeyin birbirine bağımlılığı ilkesine dayanarak doğanın insan tarafından ötekileştirilmesini, insanın doğadan ayrı ve üstün bir konumda değerlendirilmesini ve doğanın hammadde kaynağı olarak bilinçsizce sömürülmesini eleştirmektedir. Naess’e göre ekolojik benliği gelişmiş insan yaşamın tüm önyargılarından ve ben-merkezciliğinden arınmış bir kimlikle dengeli bir şekilde yaşamını sürdürebilir. Bunu sağlamak için fiziksel çevre ile temasa geçmesi gerekmektedir (Oppermann 21) Çalışmanın başında yer verilen ilk dönem modern kuramları tek merkezli yani tek doğru üzerine inşa edilmişti ve bu yönüyle ben-merkeziyetçi bir bakış açısına sahipti. Günümüz kuramları ise disiplinlerarası bakış açısı ile çevre ve insan ilişkisine bütüncül yaklaşmaktadırlar. “Çeşitlilik ve ortak yaşam ilkelerini” benimseyen Derin ekolojiye göre, çeşitlilik, hayatta kalmayı ve yeni yaşam tarzları geliştirmeyi sağlamaktadır. İnsani yaşam biçimlerine, halkın uğraşlarına ve kültürlerine önem verilmelidir (Tokmakçıoğlu 69; Naess 95-199). Kültürün devamlılığının sağlanması için doğadaki her canlı korunmalıdır. Çünkü hepsinin kültürel evrimde payı vardır. Derin ekoloji hareketinin benimsediği diğer bir ilke “Biyosferik eşitlikçilik"tir. Örneğin, bir ekolojik saha çalışanı bu ilke ile yaşam biçimlerine karşı derin bir saygı duymalı ve bunu yaşamın tamamı için geliştirmelidir. Bu anlayışın sadece insanlara karşı geliştirilmesi, insanların kendi yaşam kalitesine zarar veren bir insan-merkezciliktir. Naess’e göre kendi bağımlılıklarımızı görmezden gelip bir efendi-köle ilişkisi kurma biçimimiz de beraberinde insanın kendine yabancılaşmasını getirmiştir (Tokmakçıoğlu 68; Naess 95-199). İnsanın kendine yabancılaşmasında kendini konumlandırdığı yer önemlidir. Bölgesel şartların kültür üzerinde belirleyici olduğuna değinmiştik ama asıl olarak insanın durduğu yer, yaşam şartlarını belirlemektedir. Güncel tutumlarda en çok geleceğin korunması üzerinde durularak mevcut koşulların iyileştirilmesi göz ardı edilmektedir. Andrew Dobson’a göre çevreciler çevreye özen gösterilmesi için “yüzeysel” ekolojik gereçlerle tatmin olabilecekken derin ekolojistler doğal dünyayı ahlaki açıdan değerlendirilebilir bir varlık olarak görmekte ve “daha derin" gerekçeler bulmaktadır. Bu nedenle ekolojik bilinç bir oluş halidir. Dobson’a göre ekolojik bilinç, insan-dışı dünya ile özdeşleşmek ve bunu kendimizi gerçekleştirmenin bir önkoşulu saymaktır. Böylelikle sağlıklı bir çevresel tutum geliştirebiliriz (Dobson 76-77). Buna göre insan, çevresindeki her şeyle, bitki 33 ve hayvanlarla empati kurabilmeli, hayvan haklarını savunmalı ve doğayı korumalıdır. Bu sayede ekolojik bilinci yükselir ve insan kendini gerçekleştirebilir. Derin ekoloji anlayışını savunanlar yerli bitki ve hayvanların kendi yaşam alanlarındaki varlığının ve doğal güzelliklerinin korunmasını da üstlenmektedir (Kırışık 295; Devall 47). Bu anlayıştan hareketle sözlü ve yazılı kültür ürünleri bölgelerin habitatı ve doğal güzelliklerinin korunması için yol gösterici olabilmektedir. Örneğin, bölgesel özellikleri güzel bir şekilde harmanlayan türküler bu konuda oldukça işlevseldir. “Evlerinin önü...” diye başlayan nane, yonca, mersin, kavak, lale bağı, asma ağacı vb. gibi devam eden türküler, söylendikleri bölgelerin doğa unsurları hakkında da bilgi vermekte ve bu bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasında rol oynamaktadır. 2.2. Ekofeminizm Françoise d’Eaubonne, 1974 yılında ilk defa, eco féminisme kelimesini kullanarak kadın ve doğa arasındaki ilişkiye ve gezegeni kurtarmak için gerekli olan kadın hareketine dikkat çekmiştir. Değersizleşmiş, hor görülmüş ya da biçimi bozulmuş yaşam formlarının bu akımla yeniden elde edilebileceğini ifade etmiştir (Kümbet 177). Vandana Shiva, uygar insan topluluklarının “kalkınma” adı altında kadın ve doğanın konumunu ekofeminist bir bakış açısıyla yorumlamıştır. Ona göre “kalkınma”, doğa ve tabi kılınmış kültürler için yıkımdan başka bir anlam taşımamaktadır. Ekonomik büyüme kaynakları, onlara en çok ihtiyaç duyan halkın elinden alan yeni bir sömürgeciliktir. Bu nedenle Batı patrikaryasını eleştirmiştir. Toprağın kazanç uğruna özelleştirilmesi ve kadınların geleneksel toprak kullanım haklarından mahrum bırakılması bir nevi yersiz yurtsuzlaştırma politikasıdır. Shiva’ya göre bozuk kalkınma, kadın-erkek eşitsizliğinin yeni bir kaynağı haline gelmiştir. Bozuk kalkınma paradigmasında erkek egemen cinsiyetçi yaklaşımla artan kadınların azgelişmişliği, derinleşen ekolojik krizlerle kendini gösteren doğanın tükenişiyle eşanlamlıdır. Doğanın verimliliği ve büyümesi ile kadınların hayatı üretmesi açısından bakıldığında, bunların toplumsal cinsiyet eşitsizliğine kaynaklık eden, ekolojik açıdan yıkıcı kategoriler olduğu anlaşılmaktadır. Kalkınmanın patrikaryal temellerinin aşılmasına ve dönüştürülmesini sağlayacak olan, dişil ilkenin geri kazandırılmasıdır. Böylelikle büyüme ve verimliliğin artması yıkımı değil; hayatın üretimiyle bağlantılı olarak yeniden tanımlanması sağlanacaktır. Tüm bu amaçların sonucunda, hayatı ve çeşitliliği geliştirmek için eko-feminist proje ortaya atılmıştır 34 (Shiva 37-54). Günümüz ekonomi şartlarıyla oluşan kalkınma projelerini patrikaryal güçle bağdaştıran Shiva, kadınların bu erkek egemen dünyada doğa kadar geri plana itildiğini ve dünyanın daha yaşanır, kaynakların daha sürdürülebilir olması için doğa ile birlikte kadının da yeniden üretime katılması gerektiğini ifade etmektedir. Doğayı bölüp parçalayan ve kadınları üretken çalışmadan dışlayan her proje, siyasi ve ekonomik bakımdan indirgemeci kavramların devreye sokulmasıyla “bilimsel” olarak sunulup meşrulaştırılmaktadır. “Bilimsel tarım” ve “bilimsel hayvancılık” gibi tanımlamalarla doğanın iki temel unsuru meşrulaştırılarak işlenmesi kolay hale gelmektedir (Shiva 55). Bu kalıpları reddeden eko-feminist anlayış bu yönleriyle modern anlayışlara post- modern bir bakış açısı sunmaktadır. Shiva’ya göre kendinden önceki tüm inançları ve bilgi sistemlerini yerinden eden bu modern bilim inanışı, toplumsal kalkınma, belli bir grubun düşünce tarzını yansıtmaktadır ve bu grupta Batılı, burjuva ve eril düşünce daha baskındır. Tarımın keşfinden, ilkel tarım sistemleri ve endüstriyel tarımın hakim olduğu günümüz tarım sistemine gelen sürece değindiğimiz bölümlerdeki temel pratikler ve inanışlar bugün uygulanan tarımsal faaliyetlere yeteri kadar katkı sağlamamaktadır. Bölgesel halk inanışlarının temelinde yer alan doğanın günümüz besin kaynağının sağlandığı sisteme uzak düştüğü doğrudur. Doğada kadının ya da doğada yine “asıl” doğanın yerini arar olduğumuz günümüz şartları bu eleştirileri kanıtlar niteliktedir. Yerli halkların doğayla uyum içindeki inançları bugün bize nasıl yaşayacağımızı öğretebilir ve bu inançları günümüz yaşam şekline katmak uygar insan için daha faydalı olabilir diyen bu kuram, yeni bir ekolojik farkındalık yaratmak amacındadır. Shiva’nın Şef Seattle’den aktardığı şu satırlar ekolojik düşünce biçimi için önemlidir: Bildiğimiz şudur: Dünya insanlara ait değildir. İnsanlar dünyaya aittir. Bütün her şey, aileyi bağlayan kan bağı gibi birbirine bağlıdır. Dünyanın başına gelen ne varsa, dünyanın evlatlarının da başına gelir. Hayatın kumaşını dokuyan insan değildir; kumaştaki bir iplikten ibarettir o. O kumaşa ne yaparsa kendine de aynını yapmış olur. (62) Bilimsel devrimin indirgemeci tavrında Avrupa’daki cadı avları dikkat çekmektedir. Eko-feminist anlayışına göre bu tavırda da kadınların uzmanlığını gayri meşru kılma isteği vardır. Avrupa’daki kadınlar 16. yüzyıldan itibaren tıp pratiği ve sağaltımdan dışlanmaya başlanmış bu alanlardaki “bilge kadınlar” cadı ilan edilmeye başlamıştır (Shiva 65). Avcı- 35 toplayıcı toplumlardaki erkeğin avcı, kadının toplayıcı olarak bilinen baskın görevleri zamanla halk hekimliği alanında “şifacı” kadınların öne çıkmasını sağlamıştır. İlkel dönemlerden topladığı bitkilerde doğal ilaçlar hazırlamayı öğrenen ve kimi zaman “şaman” sayılan kadınlar, 16. yüzyıla gelindiğinde “cadı” olarak nitelenmeye başlanmıştır. Garrard’ın Davion’dan alıntıladığına göre, kadınlar doğayla, maddi, duygusal ve özel olanla; erkeklerse kültürle, maddi olmayanla, rasyonel ve soyut olanlar ilişkilendirilir. Bu düşünceden hareketle feminizm ve ekoloji arasında bağlantı kuran düşünür, tanrıçalara tapma fikrine de kaynaklık etmiştir. Bu yaklaşım “radikal ekofeminizm” olarak benimsenmiştir. Yine aynı kitapta yer verilen şu alıntı da ekoloji ve feminist bakış açısı bağlamında önemlidir: “Ekoloji bilinci geleneksel kadın bilincidir” (Garrard 45). Kadınların doğurganlık özelliğinden dolayı karnının şişmesi dağa benzetilmiştir. Charlene Spretnak, kadın biyolojisinin temelinde bir tür kadın maneviyatı olduğunu ve bu maneviyatın “doğalcılığın hakikatlerinden ve kadınların bütünsel eğilimlerinden oluştuğunu savunur (Garrard 45). Bu görüşlerden hareketle kadınların biyolojik özellikleri, en çok doğurganlık, doğayla benzeşim kurulmaya çok açıktır. Ekolojik açıdan erkek yaradılışından ziyade, somut örneklere yakın olmasıyla, kadın yaradılışı daha fazla yüceltilmiştir. Toplayıcı kadın topladıklarıyla besler, hastalıklara şifa bulur, çocuk doğur ve onu büyütür. İlkel insan düşüncesinde tüm bu özellikleri ile yüceltilmeye ve tanrılaştırılmaya layıktır. Tanrıçalara tapınma fikrinin önemini günümüzde de hatırlanan bereket tanrıçalarının gücünden anlamaktayız. Erkek egemen ya da uygar toplumlarda bile kadının bu güçlü tasviri geleneksel bakış açısıyla devam etmektedir. Ekofeministler, doğal çevrenin bozulmasının nedenleri arasında Batı toplumlarının oluşturduğu ve dayattığı ikili karşıtlıklara (kültür/doğa, aktif/pasif, üst/alt, mantık/duygu, akıl/beden, kadın/erkek) dikkat çekmektedir. Bu ekofeminist anlayışın ayırt edici özelliklerinden biridir ve bu karşıtlıklar arasındaki iktidar ilişkisine karşı çıkılmaktadır (Kümbet 178). Derin ekoloji anlayışıyla bu noktada uyuşmakta olan ekofeminizm, çevre anlayışını erkek egemen merkezli dünya görüşüne tepki olarak kadın-doğa bağlamında temellendirmiştir. 36 2.3. Slow Food Slow Food, biyoçeşitliliğin ve sürdürülebilirliğin artırılması üzerine oluşan bir anlayıştır. Carlo Petrini, kaliteyi üretecek tarım olmadığında lezzete ve güzel yemeklere ait bir kültürün de var olamayacağını ifade etmiştir. Slow Food, çeşitliliğin, küçük ölçekli üreticilerin, yerel kültürlerin ve kırsal gel