T.C. İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BİR YENİ ROMAN UYARLAMASI OLAN “SAATLER” FİLMİNDE METİNLERARASILIK VE GÖSTERGELER ARASILIK YÜKSEK LİSANS TEZİ Seda AKTAŞ Anabilim Dalı: İLETİŞİM TASARIMI Programı: İLETİŞİM TASARIMI Tez Danışmanı: Prof. Dr.RenginKüçükerdoğan TEMMUZ 2011 2 T.C. İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BİR YENİ ROMAN UYARLAMASI OLAN “SAATLER” FİLMİNDE METİNLERARASILIK VE GÖSTERGELER ARASILIK YÜKSEK LİSANS TEZİ Seda AKTAŞ 09100600001 Tezin Enstitüye Verildiği Tarih: 15 Haziran 2011 Tezin Savunulduğu Tarih: 1 Temmuz 2011 Tez Danışmanı: Prof. Dr. Rengin Küçükerdoğan Jüri Üyeleri: Doç. Dr. Işıl Zeybek Yrd. Doç. Dr. Deniz Yengin 3 ÖNSÖZ Bu çalışmada danışmanlığımı üstlenip çalışmamın her düzeyinde gösterdiği destek ve çok değerli önerileri ve yardımlarından dolayı danışman hocam Sayın Prof. Dr. Rengin Küçükerdoğan’a, değerli öneri ve uyarılarından ötürü tez savunma jüri üyelerim Doç. Dr. Işıl Zeybek ve Yrd. Doç. Dr. Deniz Yengin’e çok teşekkür ederim. Ayrıca tez yazım aşamasında dostluk ve yardımlarını esirgemeyen sevgili ailem, arkadaşlarım ve desteğini her zaman hissettiğim eşim Mert Aktaş’a teşekkürlerimi sunarım. Seda Aktaş 4 İÇİNDEKİLER..........................................................................................i ÇİZELGE LİSTESİ.....................................................................................iii ŞEKİL LİSTESİ........................................................................................iv RESİM LİSTESİ........................................................................................v TÜRKÇE ÖZET........................................................................................ix YABANCI DİL ÖZET..............................................................................x GİRİŞ...........................................................................................................1 1.ANLATI TÜRLERİ OLARAK YENİ ROMAN VE SİNEMADA ROMAN UYARLAMASI KAVRAMI………...............4 1. 1. Bir Anlatı Türü Olarak Yeni Roman…………...……………...4 1. 1. 2. Yeni Roman ve Özellikleri ………..……………….……...4 1. 1. 3. Yeni Roman ve Klasik Romanda Anlatı….............……....6 1. 2. Bir Anlatı Türü Olarak Sinema ve Sinemaya Uyarlamalar…15 1. 2. 1. Sinemaya Genel Bir Bakış…………………….………....15 1. 2. 2. Klasik Anlatı Sineması ve Çağdaş Sinemada Anlatı... ...24 1. 2. 3. Sinemada Roman Uyarlaması Kavramı………………..34 1. 2. 4. Senaryo ve Senaryolaştırma Süreci ……………………..36 1. 2. 5. Metinlerarasılık ve Anlatı İçinde Anlatı…………...........38 1. 2. 6. Sinemada Göstergeler ve Anlam…………...………........42 2. YENİ ROMAN ÖRNEĞİNİN SİNEMAYA UYARLANMASI BAĞLAMINDA “SAATLER” FİLMİNİN METİNLERARASI VE GÖSTERGELER ARASI ÇÖZÜMLENMESİ .……………….... ...46 2. 1. Bütünce Seçimi………………………………………………….......46 2. 2. Çözümleme Yöntemi………………………………….….............. …47 2. 3. “Saatler” Filminin Anlatısal Yapı Çözümlemesi ………………….48 2. 3. 1. Filmin Kimliği ve Öyküsü ……………...………………..52 2. 3. 2. Filmdeki Başlıca Karakterler………………………..56 2. 3. 3. Filmin Kişi, Zaman, Uzam Açısından İncelenmesi ..59 5 2. 4. “Saatler” Filminde Metinlerarası Göndermeler ve Metinlerarası Koşutluk…………………………………………………………..….. 70 2. 4. 1.“Saatler” Filmi ile “Bayan Dalloway” Romanı Karakterleri arasındaki Koşutluklar ve Yapılan Göndermeler……............. 75 2. 4. 2. Filmin ve Romanın Zaman Açısından İncelenmesi…...80 2. 4. 3. Kurgu ve Anlam Aktarımındaki Rolü…………….....87 2. 4. 3. 1. Kurgunun “Saatler” Film Anlatısındaki İşlevi…....88 2. 5. “Saatler” Filminin Anlatısındaki Temalar ve Simgeler……….94 . 3. SONUÇ……..…………………………………………………..108 4. KAYNAKÇA…………………………………….…………….117 6 ÇİZELGE LİSTESİ Çizelge 1. 1 Geleneksel Roman ve Yeni Roman Arasındaki Farklar Sayfa :14 Çizelge 1. 2 Klasik Anlatı ve Çağdaş Anlatı Arasındaki Farklar Sayfa: 33 Çizelge 1. 3 J.A. Greimas’ın Eylensel Örnekçesi Sayfa: 49 Çizelge 1. 4 J.A. Greimas’ın Eylensel Rolleri Sayfa: 50 Çizelge 2. 1 Clarissa Vaughn Fiziksel / Ruhsal Karakter Özellikleri Sayfa: 56 Çizelge 2. 2 Laura Brown Fiziksel / Ruhsal Karakter Özellikleri Sayfa: 57 Çizelge 2. 3 Virginia Woolf Fiziksel / Ruhsal Karakter Özellikleri Sayfa: 58 Çizelge 2. 4 Virginia Woolf’un Öyküsünde Kişi, Zaman ve Uzam Sayfa: 59 Çizelge 2. 5 Virginia Woolf’un Öyküsünde Kişiler Sayfa: 60 Çizelge 2. 6 Clarissa Vaughn’un Öyküsünde Kişi, Zaman ve Uzam Sayfa: 64 Çizelge 2. 7 Clarissa Vaughn’un Öyküsünde Kişiler Sayfa: 64 Çizelge 2. 8 Laura Brown’un Öyküsünde Kişi, Zaman ve Uzam: Sayfa: 67 Çizelge 2. 9 Laura Brown’un Öyküsünde Kişiler Sayfa: 67 Çizelge 2. 10 “Bayan Dalloway” Romanı’nın Kişi, Zaman ve Uzam Açısından İncelenmesi Sayfa: 75 Çizelge 2. 11 Roman ve Film Anlatısındaki Zaman ve Tarihler Arasındaki Farklılıklar Sayfa: 84 Çizelge 2. 12 “Saatler” Roman Anlatısı ve “Saatler” Film Anlatısı, Öyküler ve Zamanlar Arası Geçişler Sayfa: 86 Çizelge 2. 13 “Saatler” Filmi ve “Bayan Dalloway” Romanı Karakterler arası Birlik ve Geçişler Sayfa: 91 Çizelge 2. 14. “Saatler” Filmi ve “Bayan Dalloway” Romanı Mekanlar arası Birlik ve Geçişler Sayfa: 92 Çizelge 2. 15 “Saatler” Filmi ve “Bayan Dalloway” Romanı Zamanlar arası Birlik ve Geçişler Sayfa: 93 Çizelge 2. 16 “Saatler” Filminde gösterilen Temel Karşıtlıklar ve Gösterenleri Sayfa: 115 7 ŞEKİL LİSTESİ Şekil 1.1 Thaumotrope Sayfa: 19 Şekil 2.2 Fenakistiskop Sayfa: 19 Şekil 2.3 Zoetrope Sayfa: 19 Şekil 2.4 Lanterne Magique Sayfa: 19 Şekil 2.5 Lumière Kardeşler Sayfa: 23 Şekil 2.6 Sinematograf Sayfa: 23 8 RESİM LİSTESİ Resim 2.1 “Saatler” Film Afişi Sayfa: 52 Resim 2.2 Clarissa Vaughn Sayfa: 56 Resim 2.3 Laura Brown Sayfa: 57 Resim 2.4 Virginia Woolf (Saatler Filminde Woolf rolünde Nicole Kidman) Sayfa: 58 Resim 2.5 Virginia Woolf (Saatler Filminde Woolf rolünde Nicole Kidman) Sayfa: 60 Resim 2.6 Leonard (Woolf’un kocası) Sayfa: 60 Resim 2.7 Vanessa Bell (Woolf’un kardeşi) Sayfa: 60 Resim 2.8 Woolf’un İntihar ettiği nehrin görüntüsü, Sussex, İngiltere Sayfa: 61 Resim 2.9 Woolf nehre girerken Sayfa: 61 Resim 2.10 Woolf Sussex’teki evinin bahçesinden çıkarken Sayfa: 61 Resim 2.11 Leonard, Woolf’un yazdığı intihar notunu bulurken Sayfa: 61 Resim 2.12 Leonard, Richmond İngiltere sokaklarında yürürken Sayfa: 62 Resim 2.13 Leonard, Richmond İngiltere sokaklarında yürürken Sayfa: 62 Resim 2.14 Woolf, Richmond ev Sayfa: 62 Resim 2.15 Woolf, Richmond’daki evinde, odasında yazacağı kitabı hakkında düşünürken Sayfa: 62 Resim 2.16 Leonard kitabevinde çalışırken Sayfa: 63 Resim 2.17 Woolf, Richmond evinin bahçesinde kardeşiyle otururken Sayfa: 63 Resim 2.18 Woolf Richmond Tren İstasyonunda Sayfa: 63 Resim 2.19 Clarissa Vaughn Sayfa: 64 Resim 2.20 Richard Brown Sayfa: 64 Resim 2.21 Sally (Clarissa Vaughn’un kız arkadaşı) Sayfa: 64 Resim 2.22 Louis ( Richard’ın eski erkek arkadaşı) Sayfa: 64 Resim 2.23 Julia (Clarissa Vaugh’un kızı) Sayfa: 64 9 Resim 2.24 New York, Metro İstasyonu, 2001 Sayfa: 65 Resim 2.25 Clarissa, New York sokaklarında yürürken Sayfa: 65 Resim 2.26 Richard ev Sayfa: 65 Resim 2.27 Richard’ın evi, Clarissa ve Richard Sayfa: 65 Resim 2.28 Clarissa ev, dış görünüş Sayfa: 66 Resim 2.29 Clarissa ev, iç görünüş Sayfa: 66 Resim 2.30 Clarissa, mutfağında parti için hazırlık yaparken Sayfa: 66 Resim 2.31 Çiçekçi dükkanı Sayfa: 66 Resim 2.32 Laura Brown Sayfa: 67 Resim 2.33 Richie (Laura Brown’un oğlu) Sayfa: 67 Resim 2.34 Dan Brown (Laura Brown’un kocası) Sayfa: 67 Resim 2.35 Kitty (Laura Brown’un komşusu) Sayfa: 67 Resim 2.36 Dan Brown, Los Angeles, evinin önü Sayfa: 68 Resim 2.37 Los Angeles, Laura Brown ve ailesinin yaşadığı mahalle Sayfa: 68 Resim 2.38 Dan Brown, ev, mutfak Sayfa: 68 Resim 2.39 Dan Brown, ev, mutfak Sayfa: 68 Resim 2.40 Laura Brown evinin yatak odasında”Bayan Dalloway” romanını okurken Sayfa: 69 Resim 2.41 Laura Brown otel odasında Sayfa: 69 Resim 2.42 Bayan Vaughn, New York’ta evinin banyosunda saçlarını toplarken Sayfa: 90 Resim 2.43 Bayan Woolf, Richmond’da evinin yatak odasında saçlarını toplarken Sayfa: 90 Resim 2.44 Bayan Woolf, evinin banyosunda aynaya bakarken Sayfa: 90 Resim 2.45 Bayan Vaughn yatak New York’ta evinin banyosunda aynaya bakarken Sayfa: 90 Resim 2.46 Bayan Woolf, yüzünü yıkamak için eğilirken Sayfa: 90 Resim 2.47 Bayan Vaughn, yüzünü yıkar ve başını kaldırırken Sayfa: 90 Resim 2.48 Bayan Woolf, kapının girişinde durur ve düşünürken Sayfa: 90 Resim 2.49 Bayan Vaughn, pencere önünde durur ve düşünürken Sayfa: 90 Resim 2.50 Virginia Woolf Sayfa: 91 Resim 2.51 Laura Brown Sayfa: 91 10 Resim 2.52 Clarissa Vaughn Sayfa: 91 Resim 2.53 Bayan Dalloway, evindeki solmuş çiçekleri atıp yeni çiçekler almaya karar verir. (New York). Sayfa: 92 Resim 2.54 Brown’un kocası aldığı gülleri vazoya yerleştirir. (Los Angeles). Sayfa: 92 Resim 2.55 Bayan Woolf’un hizmetçisi evdeki çiçekleri düzenlemektedir (Richmond). Sayfa: 92 Resim 2.56 Bayan Vaughn, 2001 yılında, New York’taki evinde yatağında uzanmaktayken Sayfa: 93 Resim 2.57 Bayan Brown, 1951 yılında, Los Angeles’taki evinde yatakta uzanmaktayken Sayfa: 93 Resim 2.58 Bayan Woolf, 1923 yılında, Richmond’daki evinin yatak odasında uzanmaktayken Sayfa: 93 Resim 2.59 Laura Brown mutfağında pasta yaparken Sayfa: 94 Resim 2.60 Laura Brown’un pastası Sayfa: 94 Resim 2.61 Laura Brown’un pastası Sayfa: 94 Resim 2.62 Virginia Woolf, Richmond’daki bahçesinde Sayfa: 95 Resim 2.63 Virginia Woolf, Richmond’daki bahçesinde, ölü bir kuşa bakarken Sayfa: 95 Resim 2.64 Laura Brown, otel odasında Sayfa: 95 Resim 2.65 Laura Brown, otel odasında Sayfa: 95 Resim 2.66 Woolf, odasındaki ve elbisesindeki çiçek motifleri Sayfa: 101 Resim 2.67 Woolf, odasındaki ve elbisesindeki çiçek motifleri Sayfa: 103 Resim 2.68 Laura Brown ev içi nesneler ve elbisesindeki çiçek motifleri Sayfa :103 Resim 2.69 Clarissa önlüğündeki çiçek motifleri Sayfa: 104 Resim 2.70 Clarissa evindeki canlı çiçekler Sayfa: 104 Resim 2.71 Clarissa evindeki canlı çiçekler Sayfa: 104 Resim 2.72 Clarissa evindeki canlı çiçekler Sayfa: 104 Resim 2.73 Richard, evindeki çiçek motifleri Sayfa: 104 Resim 2.74 Clarissa, Richard’ın evine getirdiği canlı çiçekleri yerleştirirken Sayfa: 104 Resim 2.75 Clarissa aldığı çiçekler ile Richard’ın evine giderken Sayfa: 104 Resim 2.76 Çiçekçi Dükkanı Sayfa: 104 11 Resim 2.77 Sally ve Clarissa için aldığı güller Sayfa: 105 Resim 2.78 Dan Brown ve Laura için aldığı güller Sayfa: 105 Resim 2.79 Laura Brown ve odasındaki çiçek desenli duvar kağıdı Sayfa: 105 Resim 2.80 Dan Brown ve evdeki canlı çiçekler Sayfa: 106 Resim 2.81 Laura Brown’un pastası ve üzerindeki çiçek şeklindeki süslemeler Sayfa: 106 Resim 2.82 Virginia Woolf ve yeğeni bahçede Sayfa: 106 Resim 2.83 Virginia Woolf ve ölü kuşun etrafına yerleştirdiği çiçekler Sayfa: 106 Resim 2.84 Sussex Irmağı Sayfa: 107 12 Üniversite :İstanbul Kültür Üniversitesi Enstitü :Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı :İletişim Tasarımı Program :İletişim Tasarımı Tez Danışmanı :Prof. Dr. RenginKüçükerdoğan Tez Türü ve Tarihi:Yüksek Lisans- Temmuz 2011 KISA ÖZET BİR YENİ ROMAN UYARLAMASI OLAN “SAATLER”FİLMİNDE METİNLERARASILIK VE GÖSTERGELER ARASILIK Seda Aktaş Metinlerarasılık sanatın ve yaşamın her alanında görebileceğimiz, farklı metinlerin birbirleri ile olan, zaman ve mekan gözetmeyen ilişkisi olarak tanımlanmaktadır. Her sanat dalı kendi sanat disiplini içinde ya da farklı sanat disiplinleri arasında kendinden önce üretilmiş farklı yapıtlardan izler taşımaktadır. Bu izler açıkça göndermeler şeklinde olabileceği gibi daha örtük biçiminde görülebilmektedirler. Sinema kendinden önce var olan birçok sanat dalının özelliklerini bünyesinde toplayan ve gelişimini teknolojik gelişmeler ile koşut biçimde sürdüren bir sanat dalıdır. Sinemanın 7. sanat olarak adlandırılmasının nedeni onun yalnızca diğer sanatlardan sonra ortaya çıkmış olmasından değil, diğer sanatlara ilişkin birçok özelliği içermesindendir. Sinema var olduğu günden beri süregelen edebiyat ve sinema ilişkisi, romanların beyazperde uyarlamaları ile karşımıza çıkmaktadır. Uyarlama sırasında dilsel ve görsel kodlar arasında göstergelerarası değişimler olduğu gibi ayrıca ortaya uyarlanan roman dışında farklı bir yapıt çıktığından, bu yeni yapıt uyarlandığı roman ile metinlerarası bir ilişki içerisinde bulunmaktadır. Bu çalışmada bir Yeni Roman uyarlaması olan “Saatler” filminin uyarlandığı aynı adlı eser ile olan ilişkileri incelenmektedir. Ancak filmin uyarlandığı Michael Cunningham’ın aynı adlı romanı bir başka yeni roman olan Virginia Woolf’un “Bayan Dalloway” adlı eseri ile birebir ilişkili bir yapıttır. Bu durumda “Saatler” filmi incelenirken “Saatler” romanı dışında filmin “Bayan Dalloway” romanı ile olan ilişkileri ele alınmaktadır. Bu birbiriyle iç içe geçmiş yapıtlar sayesinde okuyucu ve izleyici için metinlerarası bir yolculuk mümkün olmaktadır. Anahtar Kelimeler: Metinlerarasılık, Göstergelerarasılık, Sinema, Anlatı Türleri, Uyarlama, Virginia Woolf, Saatler 13 University :Istanbul Kültür University Institute :Institute of Social Sciences Department :Communication Design Department Programme :Communication Design Department Supervisor : Prof. Dr. Rengin Küçükerdoğan Degree Awarded and Date:MA – July 2011 ABSTRACT THE INTERTEXTUALITY AND INTERSEMIOTIC RELATIONS IN THE FILM ADAPTATION OF A NEW NOVEL “THE HOURS” Seda Aktaş Intertextuality is described as the relations between different texts which can be seen in every area of life and art without distinction of time and place. Each work of art has some traces of other work of arts whether they are found in the same art discipline or not. These traces can be seen as direct references to another work of art or they can be found in a more implicit way. Cinema is a kind of art that is a combination of all other arts and it shows its development parallel to technology. The reason that it is named as the seventh art is not only because it came out after other six arts but also it is a combination and has some traces of all other six art disciplines. The relation between cinema and literature can be obviously seen in the adaptations of novels to the cinema. While making novel adaptations it is impossible to avoid making intersemiotic change between the linguistic and visual codes. The adaptation is a different and unique work from the novel, so the new adaptation has an intertextual relation with the novel that it is adapted from. In this work the relations are analysed between the novel “The Hours” and the adaptation of the same novel to the film. Michael Cunningham’s novel “The Hours” is closely based on another example of a new novel “Mrs. Dalloway” that is written by Virginia Woolf. In this case, while analyzing the movie “The Hours” it is a necessity to find out the references and implications to the novel “Mrs. Dalloway”.With the help of these closely related art works, an intertextual journey is possible for the readers and the spectators. Key Words: Intertextuality, Intersemiotics, Cinema, Types of Narrations, Adaptations, Virginia Woolf, “The Hours” 14 GİRİŞ Çalışmada her metnin alıntılardan oluştuğunu ve başka metinler ile hiçbir ilişkisi olmayan saf bir metnin var olamayacağını savunan “metinlerarasılık” kavramı, başka bir romandan birebir alıntılar yaparak o romanı anlatısının merkezine koyan ve o romana göndermeler yapan “Saatler” romanından uyarlanan aynı adlı “Saatler” filmi örneği üzerinden incelenmektedir. “Metinlerarasılık” birbiriyle ilişkisi olan metinler arasında zaman ve mekan farkı olabileceğini hatta bu metin olarak tanımlanan yapıtların aynı sanat dalına bile ait olması gerekmediğini, farklı sanat dalları arasında da metinlerarası ilişkilerin varlığını vurgulamaktadır. Önceleri tarihe ve yazara göre ele alınan metinler incelenirken sonrasında söylemlerin iç içe geçtiği, “metnin ve anlamının büyük ölçüde önceki metinlerden gelen kesitlerin iç içe geçmelerine bağlı olarak üretildiği savını ileri süren yeni bir metin inceleme anlayışı ortaya çıkmıştır.”1 Günümüzde farklı sanat disiplinleri arasındaki sınırların kalkması ile metinlerarasılık yalnızca romanda değil genelde tüm sanat dallarında artık var olan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. Metinlerarasılık özellikle yeni roman temsilcileri tarafından uygulama alanı bulmaktadır ancak metinlerarasılık yalnızca post modern ve modern metinlerde değil klasik metinlerde de görülen bir olgudur. Virginia Woolf’un 1920li yılların başında yazdığı “yeni roman” örneklerinden “Bayan Dalloway” adlı yapıt, yazılışından 80 yıl sonra başka bir yazarın, başka bir yapıtının konusu haline gelmektedir. _______________________________ 1 Kubilay Aktulum. Metinlerarası İlişkiler (Ankara: Öteki Yayınevi, 2000)7 15 Michael Cunningham “Saatler” adlı yapıtında Woolf’un romanını adeta kendi romanının bir karakteriymiş gibi kullanmakta ve “Bayan Dalloway” romanı gerek öykü gerek karakterler açısından Cunningham’ın öyküsünü etkilemektedir. “Saatler” filmi bir roman uyarlaması olduğundan “dilsel” koddan “görsel” koda geçiş yapılmakta ve bu işlem sırasında “göstergelerarası” değişim kaçınılmaz olmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde anlatı türleri olarak roman ve sinemaya ilişkin genel bir bilgi verilmekte, romanın gelişimi, roman ve yeni roman arasındaki farklar üzerinde durulmaktadır. Gene bu bölümde romandan daha sonra ortaya çıktığı halde roman ile ilişkisini sürdüren bir sanat dalı olan “sinemanın” doğuşu ve gelişimi incelenerek, sinemadaki modern anlatı ve klasik anlatı yapıları açıklanmaktadır ve bu anlatı yapıları arasındaki farklar maddeler halinde sergilenmektedir. Çözümlemenin konusu olan film bir roman uyarlaması olduğundan sinemada roman uyarlaması ve türleri açıklanmakta, roman iletisinin sinemaya aktarımında zorunlu olan senaryo ve senaryolaştırma süreci hakkında bilgi verilmektedir. Bir sonraki bölümde dilsel bir koddan görsel bir koda geçişte ve filmin okunmasında karşılaştığımız “gösterge” teriminin ve sinemada kullanılan “görsel göstergelerin” kısa bir tanımı yapılmakta ve sinemada göstergebilim hakkında yapılan çalışmalardan söz edilmektedir. Çalışmanın ikinci bölümü olan çözümleme bölümünde ise bütünce seçimi ve yapılan çözümlemede kullanılan yöntem belirtildikten sonra anlatıların çözümlenmesine yönelik yaklaşımlara değinilmektedir. Filmin öyküsü ve detaylı karakter çözümlemesinden sonra anlatıdaki kişi, zaman ve uzam incelenmektedir. 16 Anlatının iç içe geçtiği diğer roman “Bayan Dalloway” romanının “Saatler” romanı ile olan metinlerarası ilişkisinin daha iyi anlaşılabilmesi için “Bayan Dalloway” romanın öyküsü ve başlıca karakterlerinin özellikleri açıklanmakta ve roman anlatıların temel yapı taşlar olan “kişi”, “zaman” ve “uzam” açısından incelenmektedir. Anlatıda, özellikle karakterler arası gönderme ve benzerlikler olduğundan, karakterler kapsamlı bir şekilde incelenerek olaylar arası koşutluklara değinilmektedir. Birbirine paralel giden öykülerin aktarımında büyük rolü olan geçişler sinemada “kurgu”nun bir parçası olduğundan, kurgu kavramı ve sinemada kurgunun anlam yaratmadaki işlevi açıklanmaktadır. Bu bölümde roman ve film anlatısındaki geçişler maddeler halinde bir çizelge ile sunulmaktadır. Film anlatısının temelinde bulunan “Bayan Dalloway” romanında ve filmde aktarılan yaşam, ölüm, intihar, aşk, toplumsal ve sosyal roller, birey, kader, özgür irade, yapılan seçimler gibi temalar ve temaların film anlatısında hangi göstergeler kullanılarak izleyiciye sunulduğu açıklanmaktadır. Çalışmanın son bölümünde ise, anlatıdaki temel karşıtlıklara değinilmekte ve anlatının özünü oluşturan karşıtlıkların hangi gösterenler aracılığıyla izleyiciye ulaştırıldığı bir çizelge ile açıklanmaktadır. Çalışmada aşağıdaki sorulara yanıt aranmaktadır: • Roman ve sinema söz konusu olduğunda, anlatı yapıları arasındaki farklar nelerdir? • Yazılı metinler sinemaya uyarlanırken ne gibi aşamalardan geçmektedirler? Bu bağlamda yapılan göstergeler arası değişimler nelerdir? • Metinlerarasılık kavramı nedir? • “Saatler” filmi, “Saatler” romanı ve “Bayan Dalloway” romanı arasındaki metinlerarası ilişkiler nelerdir? • “Saatler” film anlatısındaki temel konular ve karşıtlıklar filmde hangi gösterenler aracılığı ile seyirciye ulaştırılmaktadır? 17 1. ANLATI TÜRLERİ OLARAK YENİ ROMAN VE SİNEMADA ROMAN UYARLAMASI KAVRAMI 1. 1. Bir Anlatı Türü Olarak Yeni Roman 1. 1. 2. Yeni Roman ve Özellikleri Anlatılar insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptirler. İlk işlevleri olmuş olayları gelecek nesillere aktarmak ve düşünceyi uzun süre yaşatmak olan anlatılar ilk olarak sözlü biçimde var olmuşlardır. Destanlar, mitolojik öyküler ve dini öyküler, roman öncesi anlatı formları olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Anlatılar birçok biçimde ve her kültürde var olmuşlardır. Günümüzde de öykü, roman, sinema, tiyatro, söyleşi, resim ve bunlar gibi daha birçok alanda anlatılar varlıklarını sürdürmektedirler. Anlatı; zaman ve mekan içinde meydana gelen, neden sonuç ilişkisinde birbirine bağlı olaylar dizisidir.1 Anlatının bir öyküsü ve bir anlatıcısı vardır. Anlatı bir “gönderici” ile “alıcının” iletişim süreci ile var olur. Anlatı, insanın temel ihtiyaçlarından biri olan anlatmak isteği ile okuyucunun dünyayı anlama isteği üzerine kurulmuştur. Dünya değiştikçe anlatılarda diyalektik bir ilişki içerisinde değişmektedir.2 Günümüzde anlatıların işlevleri farklılaşmıştır. Bazı anlatılar yaşamı anlama dışında yaşamdan bir süreliğine de olsa uzaklaşma, başka dünyalara yolculuk işlevi taşımaktadırlar. Geleneksel anlatılarda insanların önüne bir çözüm sunulmakta ve rahatlama sağlanmaktayken çağdaş anlatılarda çözüm sunmak yerine var olan durumu göz önüne sermek tercih edilmektedir. Bir olayın “yeniden sunumu” olarak tanımlanan anlatı, Rus biçimcilerden Vladimir Propp’un anlatı biçimleri üstüne yaptığı çalışmalardan sonra kuramsal ve uygulamalı araştırmaların konusu olmuştur. __________________________________________ 1 David Bordwell, Kristin Thompson, Film Art: An Introduction. (New York: Alfred a. Knopf, 1986) 83 2 Enis Batur, “Anlatı Çözümlemesine Kuramsal Bir Yaklaşım”, İ.Ü. Yabancı Diller Yüksekokulu Dergisi (1979 Sayı:4) s.13 18 Bir anlatı türü olan roman, Petit Robert tarafından “gerçekmiş gibi sunulan, kişiler arasında geçen olayları anlatan, bize onların ruhsal durumlarını, yazgılarını, yaşadıkları serüvenleri tanıtan, uzun, düzyazı biçiminde yazılmış imgelem türü” olarak tanımlanmaktadır.1 Bir anlatı türü olan roman kurmaca ya da gerçek olayları konu alabilir. Romanın içinde betimlemeler olsa da romanın temel işlevi; başı sonu olan bir öykü aktarmak, karakterlerin ve duyguların çözümlemesini yapmaktır. Roman sürekli gelişen ve değişen bir sanat dalı olduğundan tüm roman türlerinin kapsayan bir tanım bulmak mümkün olmasa da genel tanımı ile roman gerçeklik ve düşsellik arasında uzanan bir yapı biçiminde tanımlanabilir. Roman türü, başlangıcından bu yana hem içerik hem de biçim açısından birçok değişiklik göstermiştir. Roman türünün ilk başarılı örneği olarak tanımlanan Miguel de Cervantes’in “Don Kişot” adlı romanından günümüze çok farklı türlerde romanlar yazılmıştır. Roman türünde değişmez kurallar ve belirli bir tanım olmasa da romanlar arasında ortak noktalar vardır. Romanlar gerçeklik ve düş gücünün birleşimidir. Romancı yaşamdan seçme yaparak seçtiklerine biçim ve anlam kazandırırken aslında “yaşamı yeniden üretmiş” olur. 2 17 ve 18. yüzyıllara gelindiğinde, “pikaresk” olarak adlandırılan kahramanlara dayalı serüvenler ve romans türündeki öykülerin yaygın roman biçimleri olduğu görülmektedir. Günümüzde benimsediğimiz anlamıyla roman,18.yüzyıl ortalarında Daniel Defoe, Henry Fielding, Samuel Richardson gibi yazarların eserleri ile şekillenip yine bu yüzyıl içerisinde sağlam temellere oturmuştur. 19. yüzyılda olgunluk dönemini yaşayan bu roman stili, Jane Austen, Charles Dickens, M. Hardy gibi yazarların eserleri ile döneme damgasını vurmuştur. 3 19. yüzyılın ortalarında değişen yaşam koşulları ile birlikte sanatta ve edebiyatta yeni akımlar ortaya çıkmaya başlamıştır. ___________________________________________ 1 Robert Petit Aktaran Ayşe Kıran, Zeynel Kıran. Yazınsal Okuma Süreçleri. (Ankara : Seçkin Yayınları ) 55 2 Emin Özdemir. Edebiyat Bilgileri Sözlüğü. (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1993) 229 3 Edward Morgan Forster. Roman Sanatı. Çev.Ünal Aytür (İstanbul: Adam Yayınları, 1985) 76 19 Romanda ise bu değişim “Yeni Roman” olarak adlandırılan bir türü ortaya çıkartmıştır. “Yeni Roman” günümüzde hala üzerinde tartışmaların yapıldığı, gelişimini sürdüren bir türdür. 1.1.3. Yeni Roman ve Klasik Romanda Anlatı Genel tanımı ile “Yeni Roman” 19. yy romanının topluma dönük gerçekliğine karşın, metne, yazınsallığa yönelen ve bu doğrultuda bir gerçekçiliği ilke edinen, özgün anlatım tekniklerinin arayışı içinde olan yazarların yapıtlarına verilen addır. Temsilcileri arasında, Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Claude Simon, Philippe Soller, Julio Cortazar gibi yazarlar bulunan akımın 1950’lerde Fransa’da oluştuğu belirtilmektedir.1 19. yüzyıl ve öncesinde dünyanın bilinebilir ve betimlenebilir olduğuna inanan insanlar roman sanatında da bu görüşü yansıtan ve “gerçeği kopya etmeyi” amaçlayan yapıtlar üretiyorlardı ancak I.Dünya savaşı sonrası toplumun gerçeklik ve yaşamı algılayışı değişmiş, kişi kendine yönelmiş ve insanı anlamaya çalışmıştır. 18.yüzyılda sanayi devrimi ile oluşan toplumsal gelişmeler sonrasında 19. yüzyılda artık burjuva ve halk sınıfının ayrıcalıkları ve yaşam koşulları değişmiştir. Burjuva sınıfından asil sınıfa geçişler yaşandığı ve sınıf kavramı eski önemini yitirdiği gözlemlenmektedir.2 Değişen koşullar roman ve yazım tarzına da yansımıştır. Söz gelimi eskiden ayrıntılı bir biçimde betimlenen bir yelek, okuyucuya sahibinin toplumsal durumu ve kişiliği hakkında bilgi verebilmektedir. Artık nesneler ve sahipleri arasında böyle bir özdeşlik kalmamıştır. Dünyaya verilen anlamlar değişmiştir. Alain Robbe Grillet’e göre “Yeni Roman, bir anlamlandırma ve anlam arama çabasıdır.”3 __________________________________ 1 Bkz: Emin Özdemir. Edebiyat Bilgileri Sözlüğü. (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1993) 229 2 Levend Kılıç. Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. ( Ankara: Dost Yayınevi, 2008)20 3 Alain Robbe Grillet . Yeni Roman. Çev. Asım Bezirci. (İstanbul: Ara Yayıncılık, 1989) 49 20 Geleneksel anlatı ve geleneksel öyküleme tekniğinde, kişileştirilen kahraman, belli bir zaman ya da bir dönem konu alınarak yapılan zamansallaştırma ve kahramanların bulunduğu olayın geçtiği yer ile ilgili verilen bilgiler aracılığı ile uzamsallaştırma söz konusudur. Böylelikle geleneksel anlatıların temel üç öğesi olan; kişi, zaman, uzam kavramları ortaya çıkmıştır. Yeni Romanda ise bu öğelerin hepsine ihtiyaç yoktur. Yeni romancılara göre temel öğelerden biri kabul edilen kişi, zaman ya da uzam belirtilmeden roman yazılabilmektedir. Yeni Roman akımının temsilcilerinden, İngiliz yazar Virginia Woolf, çağdaş romancının görevinin yeni anlatım yöntemlerini deneyerek kişilerin iç dünyasına yönelmek olduğunu çünkü insan yaşamının gerçeklerinin kişinin içinde saklı olduğunu söylemiştir.1 Yeni romanda olayların bir başlangıç ve bitimi olmasına gerek yoktur. Çünkü yeni roman akımı, insan yaşamının belli bir bölümünü yansıtan romanların kesin çizgiler ile kesitlere ayrılamayacağını savunmaktadır.2 Yaşam bir bütündür ve bu bütünün bir bölümü romana aktarılabilir ve aktarılan bölümün sonlandırılmasına gerek yoktur. Gerçek yaşamda da olaylar belirli bir süreç içinde birbirini izlemekte, yaşam döngüsü devam etmektedir. Romanın sonunda her şeyi bağlayıp bir sona ulaştırma zorunluluğunun karakterlere zarar verdiği düşünülmektedir. Karakterler canlılıklarını yitirmektedirler. Yeni roman olay örgüsünün sınırlayıcılığına karşıdır, esnek bir yapı söz konusudur. Tiyatrodaki gibi olaylar bitip perde kapanmak zorunda değildir. Olaylar dağınık bırakılabilir. Bu dağınık parçalar halindeki romanı “güzel” yapan, bu parçaların içten dikişler ile birbirine bağlanmış olmalarıdır. Buna romanın ritmi denilmektedir. 3 Bu ritmi yakalamanın yolu ise romanı önceden tasarlamamış olmaktır. Yeni romancılara göre, romancı romanı yazarken bu ritmi yakalamalıdır ve ilk bakışta düzen göstermeyen romanlar bile okuduktan sonra, okuyucunun zihninde anlam kazanmaktadırlar. ___________________________________ 1 Mina Urgan.Virginia Woolf. (İstanbul:Yapı Kredi Yayınları,2009) 66 2 Emin Özdemir. Edebiyat Bilgileri Sözlüğü. (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1993) 302 3 Edward Morgan Forster. Roman Sanatı. Çev. Ünal Aytür (İstanbul: Adam Yayınları, 1985) 48 21 Yeni Romanda Kişi: Yeni romanda geleneksel anlatının temel öğelerinden biri olan “kişi”, farklı biçimlerde okuyucuya sunulmaktadır. Roman birey ve bireyin düşünceleri üzerine olsa da kahraman yoktur ve olaylar kahraman üzerine kurulmamıştır. Karakter çoğu zaman ad bile verilmeden okuyucuya sunulmaktadır. Değişen toplum ve öne çıkan bireysellik anlayışı artık klasik romanda olduğu gibi geçmişi, geleceği, her şeyi bilen, gören, anlatan, tanrısal bir anlatıcı değil, gören, duyan, düşünen bir insan gerektirmektedir. Yeni roman gerçek olarak adlandırılan dünyayı sistemli olarak dışarıda bırakıp, kişilerin toplumsal belirlenimlerine ve niteliklerine boş vermektedir. Bazı yeni romanlarda kahramanlara ad verilmeyerek okurun dış dünyaya yaptığı göndermeler en aza indirgenmekte ve okuyucunun düş gücünü harekete geçirmesi beklenmektedir. Yeni romanda kişilerin her şeyi bilen göz ile fiziksel betimlemeleri değil, doğa ve cansız nesnelerin kapsamlı betimlemeleri, roman karakterinin gözünden yer almaktadır. Ancak kitapta, kişilerin betimlemelerinin olmaması, insan diye bir şeyin olmadığı anlamına gelmemektedir. Betimlenen nesneler var ise onları gören insanlar var demektir.1 Yeni romanda bazen anlatıcı bir başka deyişle yazar ortadan kalkar ve okuyucu karakter ile baş başa kalır. Bu yöntem ile okuyucu karakterin zihninden geçenleri dolaysız olarak, hiçbir aktarıcı kişi olmadan öğrenmektedir. 1949 yılında ünlü yazar ve düşünür Jean Paul Sartre tarafından “anti-roman” kavramı öne sürülmüştür. Bu kavram, yeni romanın başlangıcı sayılan ve o zaman kadar gelenekselleşmiş olan roman anlayışına tepki olarak ortaya çıkan bir akımı temsil etmektedir. Anti-roman, ruhsal yapısı ve gelişimi çizgisel olan olaylar dizisi ile ortaya çıkan tipik kişi kavramını yıkmaktadır. 2 _______________________________ 1 Edouard Lop, Andre Sauvage. Aktaran Alain R. Grillet. Yeni Roman. (Konya: Çizgi Yayınevi,2003)46 2 “Yeni Roman” Büyük Larousse, 19.cilt.Interpress yayıncılık, 1986 s: 145 22 Yeni Romanda Zaman: Geleneksel Romanda 1 olaylar zamana bağlı olarak klasik bir olay örgüsüne bağlı kalarak ilerlemektedir. Zamanın romanda önemli bir rolü vardır. Kişiler doğum yaşam, ölüm sıralaması içinde dönemsel olarak olayları yaşarlar. Her olayın başlangıç, gelişme ve bir bitiş noktası bulunmaktadır. Bu durumda Klasik Roman, okuyucuya yaşam süresi içinde bir dönemi sunmakta ancak okuyucuyu gerçek yaşamdan farklı olarak bu sunulan döneme hapsetmektedir. “Yeni Roman” adlı yapıtında, Alain R. Grillet, yeni romanda yazarın okuyucuyu bir yana itmeyip onunda yaratıcı sürece katılmasını, olmuş bitmiş kapanmış bir dünyayı kabul etmemesini istemektedir. Grillet’e göre günümüz eserleri gerçekliğin bir parçasını sunmamakta, gerçeklik üzerine bir düşünce geliştirmektedir. 2 Yazar ve edebiyat kuramcısı Edward M. Forster ise, öykü tanımını “olayların zaman sıralamasına göre anlatılması” olarak yapmaktadır. Öykü olmadığında romanın da olamayacağını belirtmektedir. Zaman sırasını bozmayı deneyen yazarlar, tümceler arasındaki sıra da bozulduğundan romanın anlaşılmaz olduğunu görmüşlerdir. Forster’a göre insanın iki temel yaşamı vardır: Biri gün içinde geçen dakika ve saatlere göre ölçülen yaşam, diğeri ise kişinin değerlerine göre sürdürdüğü yaşamdır. İyi bir romancı uygun yöntemler ile Forster’ın daha önemli olarak tanımladığı, değerlere göre sürülen yaşamı okuyucusuna gösterebilir.3 Yeni roman akımı temsilcilerinden Virginia Woolf’a göre asıl önemli olan bir insanın bir gün içerisinde ne yaptığını sırası ile anlatmak değildir. O gerçekçi roman yazarlarının tek bir gerçek olduğunu düşündüklerini ancak aslında gerçeğin her insana göre değişen bir kavram olduğunu savunmaktadır. ________________________________ 1 Burada “Geleneksel Roman” terimi genel geçer anlamda, klasik anlatı kalıplarına uyan roman için kullanılmıştır. Geleneksel Roman: Kronolojik bir zaman akışı içerisinde neden sonuç ilişkisine bağlı şekilde ilerleyen, her şeyi bilen bir anlatıcıya ve idealize edilmiş, davranışlarına uygun nedenleri olan karakterlere sahip zaman, mekan ve kişi öğelerini içeren anlatı türüdür. 2 Alain Robbe Grillet . Yeni Roman. Çev. Asm Bezirci. (İstanbul: Ara Yayıncılık, 1989)77 3 Edward Morgan Forster. Roman Sanatı. Çev. Ünal Aytür (İstanbul: Adam Yayınları, 1985) 50 23 Asıl gerçekliğin ruhsal olduğunu düşünen Woolf’a göre önemli olan anlık izlenimleri yazıya dökebilmektir. Woolf, gerçeklerin insanın dış dünyası ile ilgili değil iç dünyasına ilişkin şeyler olduğunu söylemektedir. Gerçekçi romancıların yaşamı başı, ortası ve sonu olan bir öykü gibi kalıplara sığdırmaya çalışırken yaşamın asıl gerçeğinden uzaklaşmakta ve gereksiz ayrıntılarda boğulmakta oldukları vurgulanmaktadır. Ancak çağdaş romancı asıl gerçeklerin insanın içinde saklı olduğuna inanmakta ve kişilerin iç dünyasına yönelmektedir. Woolf, geleneksel romanın yaşamın gerçeklerini yansıtmadığı ve yapay olduğunu düşünmektedir. Gerçeğin göreceli olduğunu düşünen Woolf, karakterin başından geçenleri değil, hissettiklerini, anlık izlenimlerini saptamanın gerçeğe ulaşma yolunda doğru bir adım olduğunu düşünmektedir. “Ona göre yaşamın asıl gerçekleri maddesel, dış dünya ile ilgili değil, ruhsal, iç dünya ile ilişkilidir.”1 Bu bağlamda incelendiğinde, Woolf’un yapıtlarında gerçek izlenimi yaratabilmek kaygısıyla, kahramanlarının “o anını” değiştirmeksizin, bir “bütün” olarak aktardığı görülmektedir. Yeni Roman akımının öncülerinden yazar James Joyce ve Virginia Woolf’a bakıldığında, iki yaşam türünün önem taşıdığı görülmektedir. Yaşamın saatler ile ölçülmeyen, zamandan bağımsız bir bilinç dünyası olduğunu savunan bu yazarlar, kişilerin beyninde akıp giden duygu ve düşüncelere ağırlık vermekte ve duygu yoğunluğunu ele almak içinde romanın kapsadığı süreci kısa tutmaktadırlar. Örneğin yazar James Joyce, ünlü yapıtı, “Ullysses”de sadece 18 saat, Woolf ise “Bayan Dalloway” adlı yapıtında daha kısa bir süreyi kapsayan öyküler anlatmaktadırlar. Virginia Woolf’un “Saatler” filmine de konu olan “Mrs. Dalloway” adlı yapıtında kronolojik bir sıra yoktur. Olay hem geçmişi hem şimdiki zamanı kapsayan “bir günde” geçmekte ve öyküde insanların zihninden geçen düşünceleri, zaman içinde, geri dönüşler yaşanıyormuşçasına, bir ileri bir geriye giden sıçramalar ile birlikte aktarılmaktadır. _________________________________________________ 1 Mina Urgan. Virginia Woolf. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,2009) 64 24 Yeni Romanda Uzam: Geleneksel romanda mekanların öykünün geçtiği mekanı çok iyi bilen birinin gözünden aktarımı ve detaylı betimlemeleri yer almakta iken yeni romanda bu tarz betimlemeler yer almamaktadır. Geleneksel romanda anlatıların temel öğeleri olan kişi, zaman ve uzamın üçü bulunmakta ve olayın geçtiği mekan, öyküyü okuyucunun anlaması açısından önemli bir rol taşımaktadır. Ayrıca öykünün geçtiği yer ve karakterlerin yaşadıkları mekanların betimlenmesi okuyucuya karakterler ve yaşadıkları ortam hakkında ipuçları vermektedir. Yeni romanda karakterlerin derin kişilik analizleri verilmemekte, karakterlerin iç dünyalarının anlaşılması için içinde bulundukları dış dünyanın tanımlaması yerine, karakterlerin kendi iç düşünceleri okuyucuya sunulmaktadır. Yeni romanda bir karakteri anlamak için dışarıdan değil, içeriden bir bakış yapılmaktadır. Yeni romanda betimlemeler var ise bunlar karakterin iç dünyasını yansıtan biçimde, karakterin gözünden yapılmaktadır. Yeni romanda nesneler ve insanlar arasında bir bağ kurulmaktadır. Nesneler roman karakterleriymiş gibi romanın içinde yer alabilmektedirler. Geleneksel romanda mekanlar kesin çizgiler ile betimlenirken yeni romanda mekanlar kesin çizgiler ile birbirlerinden ayrılmazlar. Yeni romanda zaman ve mekanlar arasında geçişler bulunmaktadır. Bu geçişler bazı durumlarda okuyucunun öyküyü algılamasını güçleştirebilmekte ve daha etkin bir okuma biçimi gerektirebilmektedir. Yeni romandaki zaman ve mekanlar arası geçişler sinemanın tekniğine benzemektedir. Geleneksel romanda yeni bir mekana geçildiğinde uzun betimlemeler ile karakterin nasıl bir mekan içerisinde bulunduğu ayrıntılı olarak okuyucuya sunulmaktadır. Yeni romanda ise mekanlar arası geçişlerde böyle betimlemeler yer almamaktadır. Sinemada zamanlar ya da mekanlar arası geçişler izleyiciye çoğunlukla ek bir bilgilendirme verilmeden yapılabilmektedir. Seyirci görsel dilin avantajlarından faydalanarak bu zaman ve mekanlar arası geçişleri algılamaktadır. Ancak yeni romanda bu geçişleri okuyucunun algılaması daha güç olmaktadır. 25 Virginia Woolf ve Yeni Roman Virginia Woolf onu çağdaş roman öncülerinden yapan yeni tekniğini ilk kez “Jacob’un Odası” adlı yapıtında denemiştir. Eleştirmenler ve daha sonrasında kendisi tarafından bu ilk deneme tam anlamıyla başarıya ulaşmış sayılmasa da Woolf’un yazım serüveninde bir dönüm noktası olmuştur. Şiire benzer bir düzyazı tekniği kullanan yazar, belirli bir olay örgüsü ve teması olmayan, kişilerin davranış ve görüntülerinin betimlenmediği, kent ve doğa görünümlerinin aktarılmadığı, zaman ve mekandan bağımsız ve belirli bir kronolojik sırayı izlemeyen bir öykü biçemi kullanmıştır. “Jacob’un Odası”, onun bu stilde yazılan ilk romanıdır. Woolf, bu stili ile “yaşamın karmaşıklığını” ve “insanın kafasındaki tutarsız şeylerin acayip bir biçimde bir araya gelişini” sunmak istemektedir.1 Bir başka deyişle Woolf, bu stili ile anlatılardaki üç vazgeçilmez öğenin (kişi, zaman ve uzam), yalnızca birini kullanmıştır. Woolf henüz sinema sanatı gelişmemiş olan o tarihte bile sinemada olduğu gibi, bir zamandan başka bir zamana, bir mekandan başka bir mekana geçmektedir Çalışmada İkinci Bölümde incelemesini yapacağımız “Saatler” filminin uyarlandığı aynı adlı roman, bilinç akışı tekniği kullanılarak yazılmış ve iç konuşmalara yer veren bir romandır. “Saatler” romanına esin kaynağı ve dayanak olan, romanda neredeyse kişiler kadar önemli bir işleve sahip olan diğer bir roman da “Bayan Dalloway” adlı yapıttır. Woolf’un sıradan bir kadının bir günlük yaşamı üzerinden yaşam, ölüm, yaşamın anlamı gibi birçok konuda sorgulama yaptığı bu roman da bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı yeni roman türünde bir yapıttır. _______________________________ 1 Mina Urgan. Virginia Woolf. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,2009) 94 26 Bilinç Akışı Tekniği ve İç Monolog Yeni roman ile doğrudan ilişkili olan bilinç akışı tekniği, karakterin zihninden geçen anlık düşüncelerinin ve duygularının kağıda aktarımıdır. Karakterin zihninde geçenler belli bir düzene ve sıraya konulmadan, “çağrışımlar” halinde yazılmaktadır. Bilinç akışı tekniği ile iç konuşma tekniği birbirlerinden belirli açılardan ayrılmaktadır. İç konuşma, dilbilgisel açıdan düzgün, sözdizimine uygun cümlelerle yapılan sessiz konuşmadır ve düşünceler arasında mantıksal bir bağ bulunmaktadır. Bilinç akışında ise, karakterin zihninden akıp giden düşünceler arasında mantıksal bir ilişki yoktur ve doğrudan çağrışım ilkesi doğrultusunda düşünceler birbirini izlemektedir ve hiçbir dilbilgisel kural gözetilmemektedir. Edebiyatçılarımızdan Tomris Uyar “Mrs. Dalloway” romanının giriş yazısında şöyle demektedir: İki seçenek vardı önünde: yalnızca zihne doluşan izlenimleri kağıda geçirmekle mi yetinecekti, yoksa “ikincil düş gücünü” seferber edip bu izlenimleri belli bir düzen ve sıra içinde kullanarak yeniden yaratı’ya mı gidecekti? Woolf ikinci seçeneği uyguladığı için Joan Bennet tarafından bilinç akışı yazarları arasına doğrudan katılamayacağı söylenmiştir. 1 Woolf’un kişilerin bilinçlerinden geçenleri belli bir eleme yaparak okuyucuya sunması nedeniyle bazı eleştirmenler onu bilinç akışı tekniği kullanan bir yazar olarak tanımlanamayacağını söylerler. Woolf’un yapıtlarında kullandığı düşünce ve duygu aktarımı diğer bir bilinç akışı tekniği kullanan diğer ünlü yazar James Joyce’un tekniğinden farklıdır. James Joyce bilinçaltından gelenleri hiç süzmeden verirken, Woolf, daha çok iç monoloğu andıran bir yöntem kullanmaktadır. Kişilerin bilincinden geçenleri süzerek, seçerek ve belli bir düzen içinde, çağrışımlar ile destekleyerek karakterlerin bilincinde yol alarak okuyucuya sunmaktadır.2 Bilinç akışı tekniğinde yalnızca düşünceler değil, kişinin o anda yapmakta olduğu eylemlerde yer almaktadır. _______________________________ 1 Tomris Uyar. Bayan Dalloway (İstanbul: İletişim Yayınları, 2010) 3 2 Mina Urgan. Virginia Woolf. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,2009)104 27 Söz konusu teknik, bir karakterin zihinsel süreçlerinin bilinçli ve yarı bilinçli düşünceler, hatıralar, beklentiler ve duygular ile çarpışması ile ilgilidir. Ayrıca bu anlatım türünde kişinin belleğinden geçenler bilince yansıdığı biçimde ve kişinin o an yapmakta olduğu şeyle aynı anda aktarılmaktadır.3 Aşağıdaki çizelgede, “yeni roman” ve “geleneksel roman” arasındaki farklar, geleneksel anlatıların değişmez öğeleri olan kişi, zaman ve uzam açısından karşılaştırılmış ve bu iki anlatı biçimindeki olay örgüsü ve biçem arasındaki farklar kısaca ortaya konulmuştur. Çizelge 1. 1: Geleneksel Roman ve Yeni Roman Arasındaki Farklar: ________________________________________ 3 http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/sayi39/baran.htm/28/11/05 GELENEKSEL ROMAN YENİ ROMAN K İŞİ • Olayların kahramanlar üzerinden anlatımı • Kişilerin iç dünyalarının değil, fiziksel özellikler gibi görünen yönlerinin aktarımı (yaş, meslek, ad vb.) • Kişilerin dış görünüş, toplumsal statü gibi özellikleri ile değil, iç dünyaları ile anlatımı ( duygu, düşünce aktarımı vb) • Kişinin zihninden geçenlerin belli bir seçim uygulanmaksızın doğrudan okuyucuya aktarılması . Z A M A N • Belirli bir zaman dilimi içinde geçen, başı ve sonu olan, genellikle giriş, gelişme, sonuç şeklinde anlatılan: saatler, dakikalar, yıllar vb. ile ölçülen zaman kavramının temel olarak alınması •Kronolojik sıra olması • Zamanın saatlerle değil kişinin zihninden geçen düşünceler ile ölçülmesi. • Zaman içinde gidiş gelişlerin olması • Kronolojik sıra olmaması U Z A M • Mekanların ayrıntılı betimlenmesi • Mekanların çok iyi bilen birinin gözünden aktarılması • Nesneler ve insanların birbirinden bağımsız olması • Mekanların kesin çizgiler ile belirtilmesi • Uzun betimlemelere yer verilmemesi • Var olan betimlemelerin anlatıcının gözünden, karakterin iç dünyasını yansıtan şekilde yapılması • Mekanlarda kesin çizgilerin olmaması. O L A Y Ö R G Ü SÜ • Olayların neden sonuç ilişkisi içerisinde merak duygusu uyandıracak şekilde aktarımı • Öykünün mutlu ya da mutsuz son ile bitmesi • Olayların kişinin zihninden geçtiği gibi aktarılması • Öykünün mutlu ya da mutsuz bir sonuca ulaşmaması ve belli bir sürecin okuyucuya aktarılması B İÇ İM • Romanın giriş, gelişme ve sonuç biçiminde üç ana ve olayların kendi aralarında parçalara ayrıldığı ara bölümlere ayrılması • Noktalama işaretlerinin düzenli kullanımı • Devrik tümce ve kuralı bozan kullanımlardan kaçınılması •Romanın birbirinden bağımsız gözüken parçalardan oluşması • Okuyucunun anlamı okuduktan sonra algılaması • Noktalama işaretlerinin kural dışı kullanılması, hatta kimi zaman noktalama işareti kullanılmaması 28 1. 2. BİR ANLATI TÜRÜ OLARAK SİNEMA ve SİNEMAYA UYARLAMALAR 1. 2. 1. Sinemaya Genel Bir Bakış Yedinci sanat olarak adlandırılan sinema, tarihi boyunca insanlar için onları başka zaman ve mekanlara taşıyan, değişik öyküleri deneyimlemelerini sağlayan büyülü bir dünya olmuştur. Doğası gereği izlenirken “bireysel” bir eylem olma özelliği taşıyan sinema, aslında sergilendiği mekan açısından bakıldığında “toplu” gerçekleştirilen bir eylem gibi gözükmektedir Ancak insanlar toplu şekilde bulundukları sinema salonlarında film süresince kendi iç dünyalarına çekilip, anlatılan öykünün baş karakteri ile özdeşleşme yaşayarak öyküye katılmaktadırlar. İnsanların neden sinemaya gittikleri ve farklı deneyimleri yaşamak istedikleri sorusunun yanıtını yazar Feridun Akyürek vermektedir: “İnsanlar neden sinemaya gider, onları saatlerce karanlık bir salonda bir perdeden iki saat boyunca gölgelerin oyununu izlemeye iten şey ne? Sorunun yanıtı, İsa’dan önce yaşayan Aristoteles, Horatius sonraları Terentius, Publius ve Bertolt Brecht’in ortak görüşlerinde: “hoşlanma, öğrenme, devinim”.1 “Hoşlanma” açısından bakarsak, sinema, bizi, Aristoteles’in “Poetika” adlı yapıtında sözünü ettiği “mimesis” ve “katharsis” kavramlarına götürmektedir. Mimesis, örnek alınan bir şeyi taklit yolu ile yeniden yapma olarak tanımlanır. Katharsis ise seyircinin sahnede taklit edilen öyküyü izlerken kendisinde uyanan acıma, korku gibi duygular ile arınması ve ruhu tutkulardan temizlenerek rahatlamasıdır. Aristoteles’e göre, tragedyanın amacı katharsis’e ulaşmak ve ahlaki duruluk yaratmaktır. 2 ______________________________________________ 1 Feridun Akyürek, Senaryo Yazarı Olmak. (İstanbul: Media Cat Kitapları, 2009) 21 2 Aristotle, Poetics.Ed: Richard Koss (New York:Dover Publications,Inc.1997) 10 29 “Özdeşleşme” ve “hoşlanma” duygusu açısından bakıldığında, sinema Aristotales’in tarifini yaptığı tragedyanın günümüzdeki mirasçısı olarak görülmektedir. Sinema kuramcılarından André Bazin’e göre, eski antik çağdaki tiyatronun işlevini günümüzde sinema devralmıştır. Sinema ilerleyen teknoloji ile her geçen gün daha çok insana daha kolay şekilde ulaşabilmektedir. Sinemanın bu gelişimi için André Bazin; “her çağda öncelikli bir sanat biçimi bulunur. Sinema ise yirminci yüzyılın sanatıdır” diyerek bu görüşü pekiştirmektedir. 1 Kaydetme ve kayıt edileni daha sonra yeniden gösterme özelliğine sahip araçların keşfi ile, temsili sanat olaylarının yeniden yaratımı olanaklı hale gelmiştir. Kayıt sanatlarının gözleyici ile doğrudan iletişim kurması, sinemanın kendi kod ve geleneklerini doğurmasına yol açmıştır. James Monaco “Bir Film Nasıl Okunur?” adlı yapıtında, kayıt araçlarının keşfinden önce sanat ve zaman ilişkisi için; “Başlangıçta sanatı üretmenin tek yolu gerçek ‘şimdiki’ zamandı: Şarkıcı söyler, öykücü öykü anlatır, aktörler dramayı oynardı” demektedir. 2 Devinim ise, bilindiği gibi, sinemanın başlıca öğesidir. Sinema insanın yüzyıllardır süregelen durağan nesneleri hareketli olarak görüntüleme arzusunu doyuran sanat olmuştur. Sinemaya kelime anlamı olarak baktığımızda da, kökeninde “hareket” sözcüğünün bulunduğu görülmektedir. Birleşik Amerika’da kullanılan “Motion Picture”, “Moving Picture” ve bunun kısaltması “Movie” kelimeleri “devinimli resim” anlamına gelmekte ve aynı görüşü yansıtmaktadırlar. Lumiére Kardeşlerin “cinematographe” adlı aygıtı icadından önce, sinema sanatı için, kullanılan yüzeyden yola çıkılarak “film” sözcüğü ve hareket eden fotoğraflardan oluşması nedeniyle “hareketli görüntü” anlamına gelen “moving pictures” sözcüğü kullanılmakta iken, bu buluş ile birlikte “cinematographe” sözcüğünün kısaltması olarak “sinema” (cinema) sözcüğü dilimize yerleşmiştir ancak günümüzde bu sözcüklerin üçü de kullanılmaktadır. _________________________________________ 1 Feridun Akyürek, Senaryo Yazarı Olmak. (İstanbul: Media Cat Kitapları, 2009) 21 2 James Monaco, Bir Film Nasıl Okunur? çev. Ertan Yılmaz (İstanbul: Oğlak Yayınevi, 11. baskı, 2009) 30 30 Sinema, sinematografi (cinematographie) sözcüğünden kısaltılmıştır. Lumiére Kardeşler kendi buluşları olan aygıta sinematograf (cinematographe) adını vermişlerdir. Yunanca “kinema - atos – devinim (hareket)”ile “graphein-yazmak” sözcüklerinden türetilen sinematografi, “devinimi yazan, devinimi saptayan” anlamına; sinematografi “devinimi yazma, saptama” anlamına gelmektedir. 1 İnsanoğlunun ilk çağlardan beri süregelen devinimi yakalama ve yansıtma tutkusu devinimi kayıt edip daha sonrada tekrar canlandırabilen aygıtların icadına yol açmıştır. “Sinema, herhangi bir devinimi düzenli aralıklar ile parçalara bölerek bunların resimlerini saptamayı, sonra da gösterici (projektör) yardımıyla bu resimleri karanlık bir salonda görüntülük (perde) üzerine yansıtarak devinimi yeniden oluşturmayı amaçlar.” 2 “Gölgelerin oyunu” olarak tanımlanan sinemanın bu şekilde tanımlanması rastlantı değildir. Gerçekten de hareketli nesnelerin görüntülerinin saptanması ve bir perde üzerinde yansıtılmasının tarihi, gölge oyunları ile başlar; İnsanoğlu, tarihin ilk günlerinden beri yüzey üzerinde nesneleri durağan bir şekilde resmetmiştir. Oysa hareket, yaşamın temel öğelerinden biridir. İnsan, tarihin ilk günlerinden itibaren yüzey ezerindeki nesnelerin hareketini fark ederek gözlemlemiş, ancak bunu gördüğü şekilde resmetmeyi başaramamıştır.3 Bu konuda ünlü Rus edebiyatçı Maksim Gorky’nin 1896’da izlediği gösterilerden biri sonrasında: “Dün gölgelerin krallığındaydım. Keşke oranın ne acaip olduğunu bilebilseydiniz. Renk yok, ses yok. Orada her şey grinin tek tonuna boyalı (…) Bu yaşam değil, fakat yaşamın gölgesi, bu hareket değil, fakat hareketin sessiz gölgesi’’ demiştir.’’ 4 Bilindiği gibi cansız nesnelerin arkasından verilen ışık yardımı ile beyaz bir örtüye aktarılan gölgelerinin insan elinin hareket ettirilmesi ile perdeye yansıyan hareketli görüntüleri “gölge oyunu” olarak adlandırılır. Sanırız Gorky’nin anlatmak istediği budur. _________________________________ 1 Nijat Özön, Sinema Sanatına Giriş. (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008) 3 2 Özön; 4 3 Levend Kılıç. Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. ( Ankara: Dost Yayınevi, 2008)172 4 Roy Armes “Toplumsal düzen” Aktaran: Levend Kılıç, Video Sanatına Eleştirel Bir Bakış (İstanbul:Hill yayınları) 18 31 Nesnelerin oluşmasında ışık kaynağının rolü vardır. Böylelikle insan ışık aracılığı ile yüzey üzerinde hareketli görüntüler elde edebileceğini fark etmiş olur. Fotoğrafın atası olarak görülen “Kara Kutu” yani “Camera Obscura” bu şekilde ortaya çıkmıştır. Daha sonra gene durağan görüntüleri karartılmış bir ekranda cam üzerine çizilmiş nesneyi büyüterek yansıtan büyülü fener bir eğlence aracı olarak yaygın şekilde kullanılmıştır. Bütün bu durağan nesnelerin ister kağıt üzerinde, ister gölge şeklinde, ister karanlık kutu aracılığıyla elde edilmiş olsunlar, hareket halinde gözükmeleri için üç temel olgu vardır; “Birincisi harekettir. İkincisi hareketin algılanması ve üçüncüsü yüzey üzerinde hareketli görüntülerin oluşturulmasıdır.” 1 Hareketli görüntülerin oluşmasında görme sistemimizdeki bir görme kusuru etkilidir. İnsan bir resim ve arkasından ikinci resmi gördüğünde beyin ilk gördüğü resmin uyarısını beyinde bir süre daha tuttuğu belirtilmektedir. İlk resmin uyarısı ile ikinci resmin uyarısı çakışır ve böylece bir yanılsama sonucu nesne hareketli gibi algılanmaktadır. “Ağ tabakadaki kalıcılık” olarak bilinen bu olgu aslında görme mekanizmasındaki bir kusurdur. Nijat Özön gözümüzün bu özelliğini “görme sürerliliği” olarak adlandırmaktadır: Gözümüzdeki ağ katta bulunan görme noktasına düşen görüntüler, bunları oluşturan neden sona erdikten sonra hemen kaybolmaz, bir süre daha devam eder. Bu süre genelde saniyenin 1/12 si kadardır. Buna görme sürerliliği denir. Eğer görüntüler ağ katta bundan daha kısa bir süre kalırsa, göz birbirini izleyen görüntüleri birbiri ardına birleştirerek verir. İşte görüntü art arda sıralanmış bu tek tek resimlerin, devinimin birleşimini sağlamak üzere görüntülükte, birbirini izlediğinde ortaya çıkan devinimli resimler bütünüdür. 2 Sinemanın temellerine bakacak olursak, karşımıza öncelikle durağan görüntülerin yansıtılması ve daha sonrada hareketli görüntü elde etmek üzere tasarlanmış birçok aygıt çıkmaktadır. _____________________________________ 1 Levend Kılıç. Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. ( Ankara: Dost Yayınevi,2008)177 2 Nijat Özön, Sinema Sanatına Giriş. (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008)27 32 1825 yılında iki yüzünde farklı çizimlerin yer aldığı kendi ekseni etrafında dönerek durağan çizimlerin üst üste binmesi ile hareketli görüntü algısı yaratan “thaumatrop”, 1832 yılında, üzerinde durağan çizimler bulunan disk şeklindeki aygıtın çevrilmesi ile hareketli görüntü oluşturan ‘Fenakistiskop’ (Phenakistoscope) ve 1834’te fenakistiskop’un döner bir tambura uygulanmış biçimi olan ‘Zoetrop’ optik oyuncaklar olarak adlandırılmış ve görmenin sürekliliği ilkesini temel almışlardır. 1 Şekil 1.1: Thaumatrope Şekil 1.2: Fenakistiskop Şekil 1.3: Zoetrope Fizikçiler ve psikologlar bu durumu, nesne kaybolsa bile görüntülerin retina üzerinde belli bir süre daha kalması ve beynimizin birbiri ardından gelen iki öğe arasında bağlantı kurabilmesi ile açıklamaktadırlar. Sanayi devrimi ile birlikte bilimsel çalışmaların hızlanması ile aynı dönemde optik oyuncaklardan farklı çalışmalarda yapılmıştır. Görüntüleri durağan şekilde gösteren karanlık kutu ve büyülü fener gibi icatlar ve 1893 yılında fotoğrafın keşfi ile insanlar artık hareketli görüntü elde etmek için daha da cesaretlenmiş ve birçok yol denemişlerdir. Diğer icatlarda da olduğu gibi yanılsama ilkesine dayalı, ancak büyülü fenerdeki durağan resimlerin yerini cam yüzey üzerine el ile çizilen görüntülerin üst üste çakıştırılması yolu ile elde edilen hareketli görüntülerin olduğu icat “Uchatius’un Projektörü”dür. Şekil 1.4: Lanterne Magique _________________________________________ 1 Vincenti Giorgio. Sinemanın Yüzyılı. (İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2008) 21 33 Uchatius’un Projektörü “lanterne magique” (hayali fener) olarak da bilinir. Bu ve bunun gibi icatlar ile insanlara eğlence amacı ile sunulan toplu Diyorama ve panorama gösterileri sinemaya doğru atılan adımlardır. 1 Sinemanın gelişmesi üzerinde fotoğraf sanatının gelişmesi etkili olmuştur. Fenakistiskop, thomıtrop ve zoetrop gibi aygıtlar var olan görüntüleri yansıtmakta ancak sinema için daha anlık görüntülere gereksinim duyulmaktaydı. Fotoğraf sanatındaki gelişmeler ile birlikte el ile çizilen görüntüleri değil çekilen fotoğraf karelerini hareketli şekilde yansıtan bir alet icad eden kişi Amerikalı Charles Coleman Sellers olmuştur. “Kinemaskop adı verilen bu aygıt ile birlikte pozlama yolu ile elde edilen durağan görüntüler, yüzey üzerinde hareketli görüntü elde etme sürecine katılmışlardır.’’2 Var olan bir hareketin tüm evrelerinin gözlenmesi ve bu gözlem sonucunda hareketi yeniden canlandırma düşüncesi Edward Muybridge tarafından yapılan bir deney ile yaşama geçmiştir. Sinema tarihinde önemi büyük olan bu deneyde; Edward Muybridge 1877- 1878 yılları arasında bir koşu pistinin karşısına yerleştirdiği 24 kamera ile her makinenin çekim düğmesinden koşu pistine bir ip çekerek atın koşarken bu ipleri çekmesi ile elde edilen çekimlerden 1/1000 hızında pozlama elde etti. Amacı hareketin durağan durumlardan oluşan bir süreç olarak yüzeye yansıması olan bu çalışma sinema tarihi için önemlidir.3 Muybridge’in çalışmalarından yola çıkarak fotoğraf tüfeği adıyla tek bir makine ile birçok görüntü elde etmeyi sağlayan aleti Fransız Bilim adamı Etienne Jules Marey icat etmiştir. Gene aynı dönemde Charles Emile Reynaud adlı bilim adamının geliştirdiği praksinoskop adlı alet ile 15 dakikalık optik gösteriler düzenlemektedir. Amerikalı George Eastman ise ışığa duyarlı taban malzemesini geliştirip 1890 da selüloit tabanlı yüzeyin üretimini yapmaya başlamıştır. “Film” olarak adlandırılan bu malzeme ile birlikte artık kayıt yapacak aygıtlar üzerine yapılan çalışmalar hızlanmıştır. ___________________________________________ 1 Levend Kılıç. Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. ( Ankara: Dost Yayınevi,2008)191 2 Kılıç; 192 3 Andre Bazin. Sinema Nedir? Çev. İbrahim Şener. (İstanbul: İzdüşüm Yayınları. 2007) 2 34 1800’lü yılların sonuna gelindiğinde, yüzey üzerinde hareketli görüntü oluşturmaya yönelik çabalar iki temel aygıt etrafında toplanmıştır; bunlar nesneleri doğal hareketleriyle kaydetmeye yönelik hareketli görüntü kameraları ve bu kameralarda elde edilen durağan görüntülerin yansıtma tekniği ile gösterimini sağlayan aygıtlar. 1 İnsanlık tarihinde 1800’lü yıllar insan yaşamını değiştiren birçok buluşun ortaya çıktığı çağdır. André Bazin sinemanın bilimsel ruha ve Edison gibi kendi kendine bağımsız araştırmalar yapan mucitlere çok şey borçlu olduğunu belirtmekte ve onun yaratıcılarının bilginler olduğunu söylemektedir. 2 Bu yıllarda yaptığı çalışmalar ile kendisinden sonraki dönemlere de damgasını vuran bir bilim adamı olan Thomas Alva Edison’un sinema tarihinde önemli yer tutan çalışması ise kendi icadı olan gramofondan (phonograph) esinlenerek, gramofonun sesi kaydettiği yola benzer bir yol ile görüntüyü kaydetmektir. Edison’un gramofonu ileri bir teknoloji içermeyen basit mekanik bir sistemdir. Ses dalgalarını yükselten hoparlör, ses dalgalarını fiziksel harekete çeviren diyafram, fiziksel hareketi kayıt aracına aktaran pikap iğnesi,ve ses kaydını kabul eden pikaptan oluşan bu aygıtta sinyalin hoparlöre gidişi sırasındaki işlemlerde nitelik kaybı olmaktadır. Gramofon, düzeltmeler için 20.yüzyılın ilk yıllarındaki elektronik teknolojisinin gelişmesini beklemiş ve burada gramafonun tarihi radyo ve televizyon ile birleştirilmiştir. 3 Dickson ile asistanı William Kennedy Laurie Dickson, George Eastman’ın bulduğu selüloit tabanlı malzemesini kullanarak, hareketli görüntü kaydetmeyi sağlayan “kinetograf” ve çekilen filmin gösterilmesini sağlayan “kinetoskop” adlı aletleri icat etmişlerdir.4 __________________________________ 1 Levend Kılıç. Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. ( Ankara: Dost Yayınevi,2008)194 2 André Bazin. Sinema Nedir? Çev. İbrahim Şener. (İstanbul:İzdüşüm Yayınları. 2007)23 3 http://www.turkcebilgi.com/gramofon/ansiklopedi 24.03.2011 4 Ray Phillips. Edison’s Kinetoscope and its Films - a History to 1896 (UK: Flicks Books, 1997) 88 35 Hareketli görüntü kaydeden kameranın atası sayılabilecek olan bu aygıtın kullandığı 35 mm lik film boyutu, pozlama sistemi, pozların tırnak sistemi ile geçiş yapması özellikleri gibi günümüzdeki kayıt sisteminde hala geçerli olan özellikleri barındırmaktadır. Kinetograf, Yunanca “kinetos”, “hareketli” ve “graphein”, “yazmak” anlamına gelen hareketin sürecini fotoğraf kareleri şeklinde kaydeden bir aygıttır. 1 Bu aygıtın ticari değeri olması için çekilen görüntülerin izlenmesi gerekmekteydi. Çok vakit kaybetmeden Edison kaydedilen görüntülerin gösterimini sağlayan bir aygıt icat etmiş; Yunanca “kineto”, hareket ve “scopos”, bakmak sözcüklerinden oluşan kineteskop, tek kişinin para ödeyerek kullandığı özel bir aygıt olarak hizmete sunulmuştur. Halkın bu yeni eğlence anlayışına gösterdiği ilgi sonucunda Edison ve Dickson yönetiminde bilinen ilk hareketli görüntü üretim stüdyosu West Orange’da kurulmuştur (1984). 2 “Fotografik görüntüleri elde etme ve yeniden üretme arzusu hareketli görüntülerin gelişiminden yıllar öncesine uzanır, ama ses için böyle bir şey söz konusu değildir. Bu nedenle ses kaydının gelişimi zorunlu olarak birdenbire ortaya çıkmıştır.” 3 1895 yılında görüntünün yanında ses duyulması için bazı kinetoskoplar gramofon ve kulaklık ile kullanılmaya başladılar. Kineteskop ile ilk kez işitme ve görme duygularına bir arada birlikte uyarı gönderilmiştir. İnsanın görme ve işitme boyutu doğal ortamında olduğu gibi bir aygıtta birleşmiştir. Böylelikle üç boyutlu olan doğal çevremizin beyazperde üzerine iki boyutlu olarak yansıtılması ve görsel ve işitsel iki duyu organına aynı anda seslenen hareketli görüntü kayıt etme ve çoğaltma çalışmaları başlamıştır. Edison’un gramofonu bir anlamda Daguerre’nin pozitif fotoğrafı gibi teknik bir çıkmazdı ve bazı tarihçiler tarafından sesin elektriğe dayalı iletiminin Bell tarafından geliştirilmesine kadar sinemada sesli dönemin gelişini geciktiren bir icat olarak görülmektedir. Edison un aklına ses ve görüntünün birleşmesi düşüncesi gelmişti ve bunun için Dickson la birlikte kinetophone adlı aygıtı geliştirmişlerdir. _______________________ 1 Levend Kılıç. Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. ( Ankara: Dost Yayınevi,2008)199 2 Kılıç; 199 3 James Monaco, Bir Film Nasıl Okunur? çev. Ertan Yılmaz (İstanbul: Oğlak Yayınevi, 2009)75 36 Sinemanın ilk günlerinden beri var olan ses ve görüntünün bir arada sunulması isteği sinemanın keşfinden ancak otuz yıl sonra gerçekleştirilmiştir. Edison’un aygıtı, cam üzerine ya da kağıt üzerine resmedilen görüntülerin yansıtıldığı diğer aygıtlardan, gerçek fotoğraf karelerinin kaydedilip hareketli hale getirilmesini sağlaması yönünden farklıdır. Bu yöntem fotoğrafın resmetme yönteminden yararlanan yeni bir resmetme tekniğidir. Bu hareket etme özelliği “hareketli görüntü” olarak adlandırılmaktadır. Edison hareketli görüntüyü toplu şekilde yansıtarak değil bir kutu içinde bireysel olarak seyrettirmeyi daha uygun görürken, başka ülkelerde, farklı bilim adamları “diyorama” geleneğini sürdürmüşlerdir. Yapılan çalışmalar ile 1800lü yılların sonuna gelindiğinde günümüz kayıt ve gösterim teknolojisini temel ilkelerini belirleyen aygıtların icadı ile günümüz kayıt ve gösterim teknolojisinin temelleri oluşmuştur. Thomas Armat’ın geliştirdiği “vitoskop” adlı aygıt ve barındırdığı filmin kamerada çekimi ve gösterimi sırasında saniyenin 1/24 ü kadar bir sürede durmasını ve hemen sonra ilerleyerek yeni konuma gelmesini sağlayan ve günümüz kameralarının temelini oluşturan “dur-ilerle” düzeneği sayesinde kameralardaki önemli bir teknik sorun çözülmüştür. 1894 yılında Edison’un icat ettiği aleti Paris’te gören Lumière kardeşlerin babası Antoine Lumière eve döndüğünde oğullarına bu aletin daha iyisini yapabileceklerini söyler ve görüntüyü kutunun dışına taşıma fikrini verir. 1895 yılında Lumière’ler Edison’un saniyede 48 kare pozlayan aygıtını 16 kare pozlayan biçimde geliştirerek, hem kaydedici hem de gösterici özelliklerine sahip “sinematograf” aygıtını geliştirmiş ve patentini almışlardır. Hem kayıt hem gösterim, hem de negatif filmin pozitif filme baskısını yapabilen bu aygıt sayesinde hareketli görüntü kolay taşınabilen küçük bir aygıtın parçası olmuştur. 1 Şekil 1.5: Lumière Kardeşler Şekil 1.6: Sinematograf ____________________________ 1 Levend Kılıç. Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. ( Ankara: Dost Yayınevi,2008) 205 37 Alman Max Skladanowsky tarafından Berlin’de izleyici topluluğuna yapılan bir gösteri olsa da tarihinin ilk toplu gösterisi ve sinemanın doğuşu olarak kabul edilen Lumière Kardeşlerin gösterisi olmuştur. Bu gösteri tarihte “sinema” olarak adlandırılacak ortamın belirleyici aşaması olarak bilinmekte ve bundan önceki çalışmalar sinema öncesi çalışmaları olarak adlandırılmaktadır. 1 Sinemanın başlangıcı olarak kabul edilen ilk gösteri ise Paris’te bir kafede yapılmıştır. Lumière kardeşlerin kayıt ettiği ve perdeye yansıtılan bu görüntü “bir trenin gara yaklaşmasıdır”. İnsanların bu görüntüyü izlerken trenin gerçekten üstlerine doğru geldiğini sanarak kaçmaya çalıştıkları söylenmektedir. Gerek laboratuarda yapılan gerekse dışarıda yapılan salt kanıtlama amacı taşıyan sayısız gösteriden sonra 1895 yılında Paris’de Boulevard des Capucines’deki Grand Café’de Louis Lumière tarafından yapılan tarihsel olarak ilk gösteri ( Trenin Ciotat Garı’na Varışı) ile sinema gerçek anlamda başlamış ve bir yıl sonra çeşitli sinema aygıtlarına alınan izinlerin çoğalması ile sinema sanayisi doğmuştur. 2 1. 2. 2 Klasik Anlatı Sineması ve Çağdaş Sinemada Anlatı Sinema öncesi olarak adlandırılan teknik çalışmalar sonrası Lumière’lerin ilk gösterimi ile birlikte sinemanın bir sanayiye dönüşme süreci başlamış ve bu süreç beraberinde gösterilen görüntülerin yapısı ve niteliği ile ilgili birçok tartışma, farklı görüş ve denemeyi beraberinde getirmiştir. Film dili ve anlatımındaki farklılıklar daha ilk yıllardan ortaya çıkmış ve belli dönemlerde çeşitli akımlar etkili olmuştur. Sinemanın ilk yıllarında bile Lumière’ler ile “Sinemanın Sihirbazı” olarak anılan George Meliès bu konuda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. __________________________ 1 Levend Kılıç. Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. ( Ankara: Dost Yayınevi,2008) 206 2 Vincenti Giorgio. Sinemanın Yüzyılı. (İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2008) 23 38 Lumière Kardeşler için sinema, kameranın sabit bir yerde, sabit bir bakış açısı ile durduğu ve gerçekleşen olayın müdahale edilmeksizin uzaktan kayıt altına alınması ile oluşan filmlerdir. Onlar için kameranın hareket eden insanları izlemesi söz konusu değildir. Her ne kadar fotoğrafçılık geçmişlerinden kaynaklanan güçlü açı kullanımı ve nesnelerin cepheden görünümü gibi etkenler ile seyirciyi filme bağlasalar da, sinemayı geleceği olmayan bir buluş olarak görmüşler ve sinemanın var olan sanatsal potansiyelini ortaya çıkartmayı başka kişilere bırakmışlardır. Lumière Kardeşlerin yapıtları yaşamın kayıt altına alınarak çoğaltılması olarak görülmüş ve sinemada gerçekçi yaklaşımın ilk örnekleri olarak yer almışlardır. Ali Gevgili “Çağını Sorgulayan Sinema” adlı yapıtında sinemanın ilk yaratıcıları için; “İlk sinema araçlarını yaratanlar, buradan insan ve toplum yaşamını tümüyle kucaklayan yepyeni bir sanat dalının ortaya çıkabileceğini hiç akıllarından geçirmemişlerdir. Onlara göre, bu ilk hareketli fotoğraflar bir süre için insanların her yeni buluş karşısında kapıldığı meraklı karşılaşmaya yarayabilirdi ancak” demektedir. 1 Sinemayı Lumière’lerden farklı bir anlatım aracı olarak ilk kullanan kişi Meliès’tir. Meliès için sinema gösteri yönü ile var olabilecek olan bir sanat dalıdır. Meliès tiyatro geçmişi olan ve tiyatro ile sinemayı ilişkilendiren bir anlayış göstermiş ve sinemada öykü anlatmayı tiyatro tarzına yakın biçimde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Meliès gerçeküstücü çalışmalarıyla tanınmaktadır. Sinema tarihinde hileli görüntüler kullanarak sinema teknolojini masalımsı bir anlatı yaratmada kullanan Meliès’in en önemli filmlerinden biri 1902 yılında, Jules Verne (1828-1905) ve H.G Wells’in yapıtlarından esinlenilerek çektiği “Aya Yolculuk” filmidir.2 Meliés’in filmlerinde kamera sabit ve çekim ölçeği genel çekimdir; ancak sinema tarihinde zincirleme, kararma, bindirme gibi geçiş tekniklerini ilk kullanan o olmuştur. ____________________________________ 1 Ali Gevgili. Çağını Sorgulayan Sinema (İstanbul: Bağlam Yayınları, 1989) 15 2 James Monaco, Bir Film Nasıl Okunur? çev. Ertan Yılmaz (İstanbul: Oğlak Yayınevi, 11. baskı, 2009) 271 39 Lumière’lerin filmleri teknolojinin üretimini gösterirken, Meliès sinemayı farklı bir şekilde kullanarak sinema aracılığı ile masalsı öyküler anlatan ilk kişi olmuştur. Sinemadaki bu farlı anlatım biçimleri için Levend Kılıç yapıtında; “Sinemanın bu iki ilk ustası ile birlikte, gerçekçi ve biçimci eğilim ortaya çıkmıştır. Bu iki eğilim, belgesel ve öykülü film olarak adlandırılır. Lumière’ler gerçekçi, Meliès ise biçimci olarak sinemanın iki temel anlatım biçimini ortaya koymuşlardır.”demektedir.1 Sinemada farklı bir anlatım biçimi ile öykü anlatmayı deneyen diğer bir önemli ad ise Edwin Stanton Porter’dır. Porter “Amerikalı Bir İtfaiyecinin Hayatı” adlı filmde iki ayrı mekanda yapılan çekimleri ardı ardına vererek çekilen olayın tek bir mekandaymış hissi vermesini sağlamış ve böylece “koşut kurgu” denilen anlatım biçimi doğmuştur. Paralel kurgu olarak da adlandırılan bu kurgu biçimini Bülent Küçükerdoğan “Sinemada Kugu ve Eisenstein” adlı yapıtında, “aynı anda gelişmekte olan iki ya da daha fazla olayın film örgüsü içerisinde belli ve ilginin en çok yükseldiği noktaya kadar koşut olarak yürütülmesi” 2 olarak tanımlamaktadır. Diğer bir yenilik ise “Büyük Tren Soygunu” adlı filmde E. S. Porter’ın hareketi sadece kamera önündeki nesneler ile değil, hareketi kameradan ve çekimlerin birbiri ardına eklenmesinden oluşturmasıdır. Daha önce sinemada kullanılmamış olan “sinematik” anlatının temel öğelerinden biri böylece gerçekleşmiştir. Porter, bu filminde kamerayı Meliés gibi sabit kullanmamış, sağa sola çevrinmeler yaptırdığı gibi konuya da yaklaşarak çerçeveleme yapmıştır Sinemada hareket boyutu bu çalışmalarla gelişme göstermiştir. Sinemada hareket denildiğinde ilk olarak kamera önündeki nesnelerin hareketi, ikinci olarak kameranın kendisinin hareketi ve üçüncü olarak yapılan çekimlerin birbiri ardına eklenmesi akla gelmektedir. E.S.Porter ve sinema alanındaki diğer bir önemli ad olan David W.Griffith çalışmalarıyla ayrı bir sinema dilinin ortaya çıkmasında etkili olmuşlardır. ___________________________________ 1 Levend Kılıç. Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. ( Ankara: Dost Yayınevi,2008) 214 2 Bülent Küçükerdoğan. Sinemada Kurgu ve Eisenstein ( İstanbul: Hayalbaz. 2010) 63 40 Sinema dili kavramını başka bir deyişle sinemanın kendi başına bir anlatım biçimi, dili olması gerektiğini ilk söyleyenlerden biri D.W. Griffith’dir. Griffith yeni bir anlatım biçimi karşısında daha önceden bildiğimiz anlatım dillerini kullanmaya çalışmanın doğal olduğunu ancak bir süre sonra sinemanın tiyatro ve fotoğraf anlatılarının var olan dili dışında bir dile gereksinim duyduğunu söylemektedir. Sinema tarihçisi Vincenti Giorgio yapıtında; Film yapımında en önemli adım, senaryo yazma yönteminde olmuştur. Bu daha iyi öyküler bulmaktan çok onların anlatılma biçimidir. Yirmi yıl önce de çekmek için bugünküler gibi büyük projelerimiz vardı, o zaman da çok büyük sanatçılar vardı. Gene de iyi bir iş çıkaramıyorduk. Çünkü görüntüler ile anlatmayı bilmiyorduk, her şeyi kamera ile elde etmeyi bilmiyorduk. Yepyeni bir anlatım önümüzde açılmıştı, ama biz hala eski sanat biçimleriyle olaya yaklaşıyorduk, demektedir.1 Griffith, filmlerinde kullandığı yakın çekim, uzak çekim, genel çekim gibi farklı çekim açıları, farklı mekanlarda birbirine koşut olarak ilerleyen olayların seyirciye aktarıldığı “koşut kurgu” ve “kararma”, “açılma” gibi farklı geçiş yöntemleri ile sinemaya özgü yeni bir meslek tanımı ortaya çıkarmıştır. Bu meslek filmi çeken kişinin kamerayı kullanan elemandan farklı olarak belirli seçimler yapmasını gerektiren, dekor, kostüm, oyuncuların yönetilmesi gibi öğelerle de ilgilenen “yönetmenlik” mesleğidir. Sinemada çekim ölçekleri daha önce Lumière’ler ve Porter tarafından kullanılmıştır ancak bu ölçeklerin belli bir kurala göre ve anlam yaratmak amacıyla ilk kez Griffith ile kullanıldığı görülmektedir. Griffith sinemada çekim ölçekleri kullanarak seyircinin konuya olan mesafesinin ayarlanabileceğini, çekim ölçeklerini bir anlatım öğesi olarak kullanabileceğini keşfetmiştir. Teknolojik ilerlemeler ile birlikte değişik odak uzaklıklı objektifler kullanılmış ve üçayak (tripod) ile kameranın bulunduğu yerde hareket etmesi sağlanılmıştır. _____________________________ 1Vincenti Giorgio. Sinemanın Yüzyılı. (İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2008) 25 41 Kamera ile farklı zaman ve farklı mekanlarda kaydedilen çekimlerin birbiri ardına verilmesi bir başka deyişle kurgu yolu ile “sinemasal zaman” ve “sinemasal mekan” kavramları ortaya çıkmıştır. Zaman kavramında geriye dönüş tekniği kullanarak o zamana kadar hep ileriye akan zamanın sırasını bozan yine Griffith olmuştur. Kısaca Griffith’in yaptıkları ile sinema bir anlamda yaratıcı sanatçıların ortamı olarak yeniden keşfedilmiştir. Griffith çoğu sinema tarihçisi tarafından “sinema dilini” oluşturan adam olarak kabul edilmektedir. Sinema dilinin oluşması ile birlikte farklı anlatım biçimleri ortaya çıkmıştır. Sinemada sinematografik anlatım araçları ile öykü anlatmanın popüler biçimi olan “klasik anlatım” 1920li yıllarda Hollywood stüdyo sistemi tarafından geliştirilen ve dünyaya yayılan bir anlatım biçimidir. 1 Seyirciyi içine alan ve bir anlamda illüzyon yaratma becerisine sahip, anlatım biçimlerini görünmez kılan bu klasik anlatı filmlerinin ortak özellik ve biçimlerine bakılırsa, klasik olarak adlandırılmayan ve başka anlatım biçimleri kullanmayı, klasik kalıpları yıkmayı yeğleyen “çağdaş anlatı” biçiminin anlaşılması daha kolay olmaktadır. D.W. Griffith Amerikan sineması ile Alman dışavurumcu sinemasını karşılaştırmakta ve Amerikan ekolünün izleyiciye “Gel ve büyük bir deneyimi yaşa”, Alman ekolünün ise “Gel ve büyük bir deneyimi izle” demekte olduğunu belirtmektedir. 2 Bu bağlamda kolayca kavranabilen görsel dünyalar kuran ve bu dünyanın içinde popüler kültürün önemli kısmını işgal eden; aşk, tutsaklık- özgürlük karşıtlığı, zengin-fakir karşıtlığı, aile, kahramanlık, birlik, bireysellik, dayanışma, cesaret gibi temaları yerleştiren klasik anlatı sineması, yarattığı dünyada yapıyı saydam kılarak seyirciyi “özdeşleşme” denen sürece katmaktadır. Klasik Anlatı filmleri birbirlerinden farklı görünseler de aslında Rus dil bilimci ve araştırmacı Vladimir Propp’un masallardaki çeşitliliğin altında ortak bir yapı bulmasına benzer şekilde, yapısal olarak benzemektedirler. ___________________ 1 Ayşen Oluk. Klasik Anlatı Sineması. (İstanbul : Hayalet Kitap, 2008) 12 2 Oluk; 77 42 Değişen ve gelişen teknoloji, oyunculuk gibi etmenlere karşın yapının aynı kalmasının nedeni, bu klasik anlatı yapısının seyirci tarafından denenmiş ve tutulmuş olması, endüstrinin kar etme amacıyla bu yapının dışına çıkmamasıdır. Klasik film anlatısındaki “klasik” tanımlamasının nedeni onun yalnızca “çağdaş” film anlatısından önce gelmiş olması değildir. David Borwell “Narration in the Film” adlı kitabında, bu tanımlamanın nedeninin, klasik anlatının çağdaş sanat sinemasının anlatısının kural-yıkıcı yöntemlerine karşı standart ve en yaygın anlatı olarak ele alınması biçiminde aktarmaktadır. 1 Klasik anlatı sinemasında izleyici, özdeşleşmeyi başkarakter ile yaşamaktadır. Karakter adeta seyircinin peşine takılıp izlediği kişi konumundadır. Karakterin yaptığı hareketlerin nedeninin anlaşılması klasik anlatı yapısında çok önemlidir. Olaylar neden-sonuç zincirinde ilerler ve bir önceki sahne sonraki sahnenin devamı niteliğindedir. Bu yüzden karakter izleyiciye fiziksel ve psikolojik özellikleri, toplum içindeki özellikleri ve kültürel özellikleri ile sunulmaktadır. Karakterin anlaşılmasının diğer bir yolu da karşıt karakter kullanmaktır. Ana karakterin karşısında onunla zıt özelliklere sahip bir karakter yaratılarak ana karakterin özellikleri daha kolay anlaşılmaktadır. Bu özellikleri ile Klasik anlatı sineması ana karakterin serüveni olmaktadır. Klasik Anlatı sineması var olan bir denge unsurunun bozulmasıyla başlar. Kahraman bozulan dengeyi yeniden kurmak amacı ile bir yolculuk yapmakta ve öykünün sonunda denge yeniden sağlanmaktadır. Çağdaş anlatıda ise, karakter belli bir amaca sahip olarak tanımlanmaz. Karakter daha çok amaçsızca seyahat etmektedir. Çağdaş anlatıda karakter kendinden daha güçlü ve anlayamadığı kadar karmaşık bir sistem içindedir ve bu yüzden dış koşullarla mücadele etse de başarıya ulaşamamaktadır. 2 __________________________________ 1 Aktaran; A. Kovacs. Balint. Modernizmi Seyretmek. (Ankara: Deki yayınevi,2010) 39 2 Bkz: Ayşen Oluk. Klasik Anlatı Sineması (İstanbul : Hayalet Kitap, 2008) 87 43 Klasik anlatıda seyirci olayın “nasıl aktarıldığı” bir başka tanımla biçim üzerine değil “ne aktarıldığı” üzerine yoğunlaşır. “Yerleşik dengelerin bozulması, tehlikeli sınırların zorlanması seyirciyi heyecanlandırır, onu tartışmanın içine çeker.”1 Nedensellik açısından bakıldığında ise, klasik anlatı sinemasında her sahne mekansal ve zamansal açıdan kapalıdır ancak sahneler arasında neden sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Her sahnedeki olayların gelişimi, bir nedeni sonuca bağlarken bir taraftan da başka bir neden ortaya çıkarmakta, bu ortaya çıkan neden ise bir sonraki sahnede sonuca bağlanmaktadır. Bu yapı “açık uçluluk” olarak tanımlanmakta ve bu yapı aracılığıyla sahneden sahneye geçişler görünmez kılınmakta bu durum izleyicinin ilgisi dağılmadan izleme eylemini sürdürmesine yardımcı olmaktadır. “Kapalı anlatı” yapısında ise “izleyicinin son aşamada eylemle özdeşleşip katharsis’e ulaşması için anlatı yapısı kapalı tutulmaktadır. Anlatı yapısı giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşur ve belli bir nedensellik ilkesi çevresinde yapılanır.” 2 Çağdaş sinemada ise neden-sonuç zincirinin aniden kopması ve devamlılık kurallarının bilinçli olarak yıkılması ile karşılaşılmaktadır. Örneğin Fransız Yönetmen Jean Luc Godard “Serseri Aşıklar” filmi birbirleriyle çok az bağlantısı olan on beş sekanstan oluşmakta ancak bunların her biri bağımsız olarak var olabilecek bir bütün ortaya koymaktadır. Klasik anlatı sineması “kapalı yapı” dediğimiz biçimde, bir başka tanımla, kesin olarak belirlenmiş bir sonla bitmektedir. Anlatı birbiri ardına merak uyandıran gelişmeler ile ilerlemekte ve film sürecinde izleyicide çeşitli duygular yaratılmaktadır. Yaratılan bu duygular, Aristoteles’in “katharsis” tanımında olduğu gibi, filmin sonunda yatıştırılmakta ve izleyici rahatlama duygusu yaşamaktadır. Kapalı yapı olarak adlandırılan bu sona ulaşmak için çoğu zaman filmler masalsı bir biçimde, pek mantıklı olarak tanımlayamayacağımız şekilde sona ermektedir. ___________________________________ 1Sevda Şener.Yaşamın Kırılma Noktasında Dram Sanatı(Ankara:Yapı Kredi Yaynları,2001) 23 2 Burak Bakır. Sinema ve Psikanaliz (İstanbul: Hayalet Kitap,2008) 68 44 Klasik anlatı yapısında film bitiminde, izleyici tüm bilgilere ulaşmıştır. Klasik anlatı yapısını vazgeçilmez kılan ve izleyiciye sevdiren özelliklerinden biri izleyicinin kendisini iktidar odağı olarak hissetmesi ve her şeyi anlamasıdır. Oysa modern anlatıda eldeki her bilgi izleyiciye sunulmamakta, izleyici bazı bilgilere kendi bilişsel çabası ile ulaşmaktadır. Bu yüzden modern anlatıda filmler “açık uçlu” sonlara sahiptirler. Klasik anlatı sinemasının asıl amacı öykü anlatmak, içeriği ön plana çıkaran bir yapı kurmaktır ancak modern sinema olayın “nasıl anlatıldığı” üzerine yoğunlaşmaktadır. Klasik sinemadaki “gerçeklik yanılsaması” modern sinemada yerini “gerçekliği sorgulamaya” bırakmaktadır. İzleyicinin bilinçli olarak özdeşlik kurması engellenmekte ve “pasif izleyici” konumundan, sorgulayan, düşünsel etkinliklerde bulunan “aktif izleyici” konumuna geçmeleri istenmektedir. Klasik anlatı sinemasında izleyicinin alışkın olduğu uzlaşımsal bir dil kullanılmaktadır. Bu dil tıpkı günlük hayattaki dil kadar fark edilmezdir ve “nasıl” söylendiği değil “ne” söylendiği önemlidir. Çağdaş filmler ise dikkati dil üzerine yöneltmekte ve söyleniş biçimi önem kazanmaktadır. Çağdaş filmlerdeki kalıp dışı dili fark etmemiz için klasik olanı bilmemiz şarttır. Peter Wollen, Klasik anlatı kalıplarını kullanan Hollywood sineması için: “Hiçbir kuramcı, hiçbir avantgarde yönetmen Hollywood’a sırtını çeviremez. Yalnızca Hollywood ile yüzleşerek yeni bir şeyler üretebilir” demektedir. 1 Klasik anlatı sinemasının yapıyı görünmez kılmak için teknik anlamda kamerayı insan gözünün algılama biçimini taklit eder biçimde kullandığı görülmektedir. Klasik anlatı sineması zamansal ve mekansal devamlılık kurallarına uymakta, bakış uyumu, 180 derece kuralı, açı karşı açı tekniği, aksiyon uyumu gibi kurallara dikkat etmektedir. Kurguda ise “paralel kurgu”, “devamlılık kurgusu” gibi yöntemler ile yapısını kurmaktadır. Zaman içerisinde klasik Hollywood tarzından farklı filmler ve biçimler ortaya çıkmıştır. ______________________________ 1 Peter Wollen. Sinemada Göstergeler ve Anlam .Çev. Zafer Aracagök, Bülent Doğan (İstanbul: Metis Yayınları,2008)175 45 İtalyan Yeni Gerçekçiliği, devrim sonrası Sovyet Sineması, Fransız Yeni Dalga Filmleri ve sonraki yıllarda Avrupa sanat sineması olarak adlandırılan film biçimleri ve bunların temsilcileri öykünün nedensel zincirini bozan ve şaşırtıcı biçimde düzenleyen, klasik kuralları yıkan ve yeniden kuran anlatım biçimleri kullanmışlardır. ABD’den Stanley Kubrick, R.Altman, W.Allen, Avrupa’dan J.Renoir, R.Bresson, L.Buniel, J.L.Godard, F.Truffaut, M.Antonioni, B.Bertolucci, F.Fellini, R.W.Fassbinder, Japonya’dan A.Kurosawa, S.S.C.B’den Tarkovski gibi yönetmenler bu grup içinde sayılmaktadırlar. 1 Kuramcı André Bazin’e göre, sinema tarihinde iki tür film yapma anlayışı vardır. Birincisi anlaşılabilir, kabul edilebilir öykü anlatmaktır. Burada filmin kuruluşu ile ilgili araçlar ve filmin yapıntı olduğu ortaya çıkarılmayıp aksine gizlenmeye çalışılmaktadır. Bazin’e göre bu klasik tarz seyirciye kendisine gösterilenlere inanması alışkanlığını kazandırmakta ve sinema ideolojik bir araç haline dönüşmekte, önceden saptanan düşüncelerin taşıyıcısı haline gelmektedir. İkinci tarz film yapmak ise seyircinin gördükleri karşısında etkin katılımını ve eleştirel tavır almasını gerektirmekte ve biçem öğesini fazlaca kullanmaktadır. Bazin kameranın arkasında bir insan olduğu gerçeğinin yadsınmaması gerektiğini ve gerçeğe duyulan saygının sinemadaki dilin, biçemin ortaya çıkarılması ile olacağını savunmaktadır. 2 Tüm bu anlatılanlar doğrultusunda klasik anlatı yapısı ve modern anlatı yapısı arasındaki ayrımı bir çizelge ile görselleştirebiliriz ______________________________________ 1 Ayşen Oluk. Klasik Anlatı Sineması (İstanbul: Hayalet Kitap, 2008) 147 2 J. Dudley Andrew. Büyük Sinema Kuramları Çev. Zahit Atam (İstanbul: Doruk Yayıncılık, 2010) 275 46 Çizelge 1. 2: Klasik Anlatı Yapısı ve Modern Anlatı Yapısı Arasındaki Farklar: KLASİK ANLATI YAPISI MODERN ANLATI YAPISI K İŞİ / K A R A K T E R ● Amaç yönelimli karakter aktarımı ● Anlatının karakter üzerinden, karakterin öyküsü olarak devam etmesi. ● İdealize edilmiş karakter kullanımı ● Seyircinin karakter ile özdeşleşmesi ● Tür sineması ve tiplerin oluşturulması ● Star oyuncu kullanımı ile özdeşleşmenin Kolaylaştırılması ● Amaç zorunluluğu olmaması ● Gerçek yaşamdakine benzer, idealize edilmekten uzak karakterler kullanılması ● Neden ve sonuçları belli olmayan, aktarılmayan davranış kullanımı ● Her filme özgü karakter kullanımı Tip kullanımından kaçınılması ● Karakterin film anlatısı sonunda başarıya ulaşma zorunluluğunun olmaması Z A M A N ● Zamansal devamlılık kurallarının geçerliliği ● Sahne, sekans, bölüm gibi kısımlardan oluşan anlatıda sahnenin kendi içinde zamandan zamana atlayamaması ● Zamanda olan değişikliği anlatmak için başka yöntemlerin kullanımı ● Zamansal devamlılık kurallarının bilinçli olarak atlanması (Bu atlamalar izleyicinin içerik içinde kaybolmasını engellemek ve anlatım tekniklerini fark etmesini sağlamak için ya da tamamen yönetmenin kendi deneysel çekim seçimine bağlı olarak yapılabilir) ● İzleyicinin duygusal ve düşünsel zamanının önem kazanması U Z A M / M E K A N ● Mekansal devamlılık kurallarının geçerliliği ● Seyircinin zihninde tutarlı bir imgelemsel mekan oluşturulması ● Sahne içinde bir mekandan başka bir mekana atlama yapılmaması ● Mekanda olan değişikliği anlatmak için başka yöntemler kullanılması ●Mekansal devamlılık kurallarının bilinçli olarak atlanması (Bu atlamalar izleyicinin içerik içinde kaybolmasını engellemek ve anlatım tekniklerini fark etmesini sağlamak için ya da tamamen yönetmenin kendi deneysel çekim seçimine bağlı olarak yapılabilir) O L A Y Ö R G Ü SÜ ● Olayların var olan dengesinin bozulması, çabalama, dengenin yeniden sağlanması şeklinde gelişme ● Başlangıç-son simetrisi durumunun varlığı ● Başlangıçtaki duruma birçok güçlük aşıldıktan sonra dönülmesi ● Olaylar neden-sonuç ilişkisi içerisinde merak duygusu uyandıracak şekilde bir başı ve sonu olacak şekilde sunulması ● Kapalı son kullanımı ● Olayların her zaman neden-sonuç ilişkisi içinde olması zorunluluğu bulunmaması ● Birbirinden kopuk sahnelerin kullanımı ● Olaylar belli bir şekilde noktalanma zorunluluğunun bulunmaması ● Açık uçlu son kullanımı ile olayların tamamlanmasının seyirciye bırakılması B İÇ İM ● Biçimin görünmez kılınması ● Anlatılan olayın önemli olması ● Biçimin görünmez kılınmasını sağlayan temel etken olan bilinen ve uzlaşımsal kabul edilen klasik kalıpların kullanılması ● Kamera hareketlerinin insan gözünün yapısına devamlılık ve mantık kurallarına uygun biçimde kullanılması ● Olayın ne olduğunun değil, nasıl anlatıldığı önemli olması ● Görünmez biçimin aksine insan gözüne ve mantığına ters gelecek şekilde kuralların ve yapının bozularak biçimin fark edilir olması (Bunun nedeni izleyicinin yapıntı bir yapıt izlediğini fark ederek bilinçli konuma geçmesi ve düşünsel sürece katılmasıdır) ● Kuralları yıkan ve deneysel çalışmalar yapan bir çok yönetmenin bulunması 47 1.2.3 Sinemada Roman Uyarlaması Kavramı Sinema tarihinin başlangıcından beri roman uyarlamalarının sinema tarihine büyük katkısı olduğu bilinmektedir. Sinemanın geçmişine göz attığımızda onun başlangıç materyalinin romanlara dayandığı görülmektedir. Bu noktada karşımıza yazılı metnin görüntü aracılığıyla aktarılması diğer bir tanımla “dilsel” bir koddan “görüntüsel” bir koda geçiş süreci ve “senaryo” kavramları çıkmaktadır. Bu konuda araştırmacı Kamilla Eliot, romanın dilsel, kavramsal ve söylemsel olduğunu, filmin ise görsel, algısal ve sunusal olduğunu söylemektedir. Elliot’a göre filmde görsel, romanda ise dilsel imgeler yer almakta ve roman ve film birbirinin içine sızarak birbirlerini etkilemektedirler.1 Romanda duygular okuyucuya dolaylı yoldan anlatılırken filmde duygular izleyiciye doğrudan aktarılmaktadır. Her iki durumda da izleyicinin sunulan metinden ne kadarını anladığı ya da ne anladığı okuyanın ya da izleyicinin birikimine, algısına göre değişkendir. Ünlü Fransız kuramcı André Bazin, sinemanın birçok sanat dalı gibi büyüklerini taklit ederek eğitimine başladığını ancak edebiyatta beş yüzyıl içinde kat edilen mesafeyi, sinemanın yirmi yıl içinde almaya çalıştığını söylemektedir. Sinema sonraları diğer sanat dallarını taklitten kurtularak kendi kurallarını bulmuştur. Bazin bu konuda “Sinema gençtir fakat edebiyat, tiyatro, müzik gibi sanat dalları tarih kadar eskidirler. Bir çocuğun büyüklerini taklit ederek eğitimine başlaması gibi sinemanın da evrimi, kutsal sayılan diğer sanatların evriminin belirleyicilerindendir” demektedir. 2 Romandan sinemaya uyarlama, araştırmacı Linda Costanzo Cahir tarafından “yeni bir ortamda var olabilmek amacıyla eldeki metnin yapısında ve işlevlerinde değişiklikler yapmak” 3 olarak tanımlanmaktadır. _____________________________________ 1 Kamilla Eliot. Rethinking The Novel (U.K: Cambridge University Pres,2003) 9 2 Andre Bazin. Sinema Nedir? Çev. İbrahim Şener. (İstanbul: İzdüşüm Yayınları. 2007) 65 48 Var olan bir malzemenin görüntü diline en uygun şekilde aktarılması için yapılan uyarlamada, romandaki sözle aktarılan duygu ve düşüncelerin işitsel ve görsel karşılıklarını bulmak söz konusudur. Romanın sinemaya uyarlanmasında farklı yaklaşım ve tutumlar vardır. Uyarlamalar kendi içlerinde gruplara ayrılırlar; “Aktarma”, “Yorumlama” ve “Benzerlik koşutluk kurma”. ●Aktarma; olay akışında en az değişiklik ile, olaylar dizisi, devinim, kişilikler ve ileti aynen korunarak romanın doğrudan senaryoya aktarılması olarak tanımlanmaktadır. ●Yorumlamada; romanın yeniden kurulması ve kimi yerlerin, özellikle sonunun amaçlı olarak değiştirilmesi söz konusudur. ●Benzerlik koşutluk kurma; ise öykünün temelinin baz alındığı ancak, olayın geçtiği yer, kişiler gibi bir çok özelliğinin değiştirildiği yöntemdir. Tüm bu tutumların altında yatan neden, eldeki malzemeyi yazı dilinden sinema diline çevirmek, eldeki malzemeye görsel karşılık aramaktır. 1 Romanda okuyucu, yalnızca roman yazarının duymasını ve görmesini istediği şeyleri duyarken, filmde izleyici yönetmenin tasarladığından daha fazlasını görmektedir. Roman öznel bir bakış açısından süzülerek okuyucuya ulaşmakta, filmde ise izleyicinin istediği ayrıntıyı seçme özgürlüğü bulunmaktadır. Filmler gerçek zamanda işlendikleri için ünlü yazar ve şair W. Shakespeare’in “sahnemizin kısa, iki saatlik trafiği” 2 diye tanımladığı gibi, belli bir zaman dilimi ile kısıtlanırken, romanlarda böyle bir kısıtlama yoktur. Bu durumda roman öyküsü filme uyarlandığında kitaptaki her ayrıntı filmde verilememekte ancak sinemada da romanda olmayan resimsel olanaklar bulunmaktadır. Her iki sanat dalının da birbirine üstünlüğü söz konusu değildir; biri roman karakterlerinin bakış açısı ve içsel durumları anlatmada daha başarılı olabilirken, diğeri ise ses ve görüntü desteği ile olayları daha etkili biçimde doğrudan aktarabilmektedir. ______________________________ 1 Senaryonun Dramatik Yapısı .T.C Milli Eğitim Bakanlığı, MEGEP s : 25 cygm.meb.gov.tr/modulerprogramlar/ 2 André Bazin. Sinema Nedir? Çev. İbrahim Şener. (İstanbul: İzdüşüm Yayınları. 2007) 65 49 Roman uyarlamaları bir anlamda var olan yapıtların yeniden sunumlarıdır. “Romanların uyarlanmasında uyarlama olan yapıt bir öncekinin tekrarı olmaktan çok “yeniden sunumu” konumundadır. Yeniden sunum kavramında önemli olan, uyarlanan yapıtın uyarlandığı yapıt ile arasındaki benzerlik ve farklar değil, yeniden sunulan yapıtın yeni bir iletişim alanı oluşturmasıdır”.3 Romandan sinemaya uyarlama yapılırken her ikisi de farklı anlatım araçlarına sahip oldukları için farklı aktarım araçları kullanılmaktadır. Bu yüzden uyarlamaların eleştirisinde dikkatli olunmalı ve ana metin bir referans olarak kabul edilmelidir. Romanların sinemaya uyarlanma sürecinde roman metni “ana metin”, senaryo ise “alt metin” olarak tanımlanmaktadır. Lefevre; belirli bir kitlenin isteklerine ve gereksinimlerine hitap etmek amacıyla metnin yeniden üretilmesini kırılma olarak tanımlar.2 Bir romanı daha kısa bir zamanda tüketilecek bir anlatıya dönüştürürken bazı noktalar üzerinde odaklanılıp bazı noktalarda ise kısaltmalar, eksiltmeler yapmak kaçınılmazdır. Sinemada ticari olarak daha çok seyirci çekmek amacıyla, kaynak yapıta seyircinin ilgisini çekecek eklemeler ya da değiştirmeler yapılabilir. Diğer bir neden ise, dilsel bir koddan görsel bir koda geçerken değişimin gerekli olmasıdır. 1.2.4. Senaryo ve Senaryolaştırma Süreci İnsanoğlu yüzyıllar öncesine dayanan öykü anlatma, kendini ifade etme isteğini değişik sanat dalları ile gerçekleştirirken, değişen şartlar ve gelişen teknoloji ile sinema sanatı doğmuş ve öykü anlatma geleneği diğer sanatlar ile birlikte sinema ile devam etmiştir. Sinemanın var olmasındaki temel neden olan öykünün nasıl oluşturulduğu ve nasıl aktarıldığı ‘senaryo’ kavramı ile doğrudan ilişkilidir. _____________________________________ 1 Robert Stam,. Alessandra Raego. A Compan to Literature and Film (U.S.A: Blackwell, 2008) 82 2Aktaran Prof.Dr. V.Doğan Günay, Süleyman Demirel Üniversitesi, Güzel Sanatlar Hakemli Dergisi ART-E-2009 Sayı: 3 50 Film yapım sürecindeki ilk aşama bir düşüncenin ortaya konulması ve bu düşünce çevresinde öykünün çok kısa bir özeti olan “sinopsis” in yazılmasıdır. Daha sonraki aşama senaryonun kısaltılmış ve diyalogsuz hali olan “treatman” yazımı ve en son olarak yazılı aktarımın, görsel imgelere dönüştürülerek, kişilerin iç dünyasını dışa vuran hareketleri baz alınarak oluşturulan, sözcüklerle resim yaratma olarak tanımlanan “senaryo”nun oluşturulmasıdır. Philip Eliot senaryoyu: “Belirli bir teknik ve yeteneğe dayanan, yedinci sanat kurallarını ve o günün teknik kurallarını dikkate alan, ilk satırından son satırına kadar sinemaya uygun olarak hazırlanan metin ya da görüntü ve sese dönüşecek bir olayın yazıya dökülmüş halidir” biçiminde tanımlamaktadır. 1 Kısaca yazılı sinema metni olarak tanımlanabilecek olan senaryo iki aşamalı bir çalışma ile oluşturulmaktadır. Birinci aşamada senaryo öykü açısından ele alınır ve başka sanat dallarından da yapılabilen uyarlamalar ya da tamamen özgün olarak dramatik yapı oluşturulur. Senaryonun “içsel yapısı” olarak tanımlanan bu bölümde bir olay anlatılmakta, kişiler arası ilişkiler düzenlenerek olay sonuca ulaştırılmaktadır. “Daha teknik bir çalışma olan “dışsal yapı” olarak tanımlayabileceğimiz çalışma ise, görüntü, ses ve sahneleme yöntemlerinin bir başka tanımla yapının biçiminin düzenlenmesidir. Senaryo yazımında izlenecek klasik yöntem ilk olarak temanın saptanmasıdır. Filmin teması, filmin özünü yaratan ve bir öyküye bağlı olarak anlatılan ana düşünce, iletidir. İkinci aşama taslak öykü yani özet, iskelet, şema olarak adlandırılan, iki üç sayfalık bir metin olan, “sinopsis” yazılmasıdır. Üçüncü evre ise geniş zaman kipi ile yazılan ve filmin öyküsü olan “treatman” yazımıdır. Geliştirim, sinematografik öykü olarak ta adlandırılan treatman, devinim zamanı ve mekanı, kişilerin fiziksel ve ruhsal görünümlerini de barındıran ayrıntılı bir metindir.2 __________________________________ 1Bkz; Feridun Akyürek, Senaryo Yazarı Olmak. (İstanbul: Media Cat Kitapları, 2009) 21 2 Akyürek, 34 51 Bu aşamadan sonra öykünün sekans denilen bölümlere ayrıldığı ayrımlama evresi ve sahnelerin çekimlere ayrıldığı çekim senaryosu oluşturulmaktadır. Çekim senaryosu, yönetmeninde devreye girdiği, çoğu zaman yönetmen ve yazarın eğer aynı kişi değillerse, ortak çalıştığı, kameranın konum ve devinimlerinin, sahneler arası geçişleri